28 Ocak 2015 Çarşamba

The Matrix (1999) Üzerine

2015 yılında yazdığım bu giriş yazısını 2020'ye gelmemize rağmen henüz genişletemedim. Bu bir giriş yazısıdır. Çok daha detaylısını daha derin bakış açısı olacak şekilde 2020 bitmeden yazacağım.

1) Öncelikle, Matrix gibi, Yunan mitolojisinden Aydınlanma Çağına, oradan Baudrillard’a, oradan Hristiyan dünyasının öğretilerine oradan da türlü türlü farklı derinliklere açılan ve tonlarca felsefi öğe ve anlam barındıran bir film hakkında yazmak tam doğru tabirle her baba yiğidin harcı değildir. Dolayısıyla Matrix üzerine yazacağım şeylerde birçok eksik ve hata olacağını şimdiden belirtmek isterim. 2) Matrix’i lütfen sıradan bir bilim-kurgu veya içinde her robot, dövüş vb. unsur geçen herhangi bir filme karıştırmayınız. Özellikle Equilibrium – İsyan (2002) filmiyle Matrix’i benzetenler vardır ki alakası yok. İyi ki o filmde de pelerinli, siyah renkte giyen adamlar var. Elbette, Dark City – Karanlık Şehir (1998) ve 13th Floor – 13. Kat (1999) ile Matrix arası içerik benzeşmeleri var ama alakasız tonlarca film için bu benzerliği kurmayınız lütfen. 3) Matrix hakkında birçok yazı bulunabilir ve her birinde öğrenilecek çok şey var, bu bakımdan filmi hakkıyla anlayanlarla tartışmak sizin (aynı zamanda benim) görmediklerinizi ve öğrenmenizi sağlar. 4) Son olarak bu yazı, filmde yer alan bazı noktaların daha iyi anlaşılması adına bir yazıdır. Matrix için kapsamlı bir yazı yazmak, her şeyi açıklamak tek bir insanın bolca zaman ayırması gereken bir uğraştır. Ben sadece birkaç noktayı belirteceğim. Hiç abartmadan söylüyorum her sahne, her dekor, sahnelerdeki her nesne, her diyalog, diyalog içindeki her cümle ve seçilen kelimeler dahi ayrı ayrı bir anlama ve toplamda birkaç başlık altında toplayabileceğimiz felsefi doktrinlere çıkmaktadır. Bu bakımdan, bu yazı filmi anlamak adına bir giriş yazısıdır.

 1. Gerçek Nedir?

Matrix, temelde bizim gerçeklik olarak bildiğimiz ve algıladığımız dünyayı dolayısıyla yaşadığımız hayatı, etrafımızdaki nesneleri, aldığımız oksijeni, içtiğimiz suyu ve şu an bu yazıyı okurken dahi yanınızda olan her maddenin hatta rüyalarınızın gerçekliğini sorgulamaktadır. Gerçek nedir? Nasıl tanımlanır? Esasen bu soruya filmin içinde Morpheus şöyle cevap verir: What truth? That you are a slave, Neo. Like everyone else, you were born into bondage, born into a prison that you cannot smell or taste or touch. A prison for your mind. (Ne gerçeği? Köle olduğun gerçeği. Herkes gibi bir kalıba doğdun. Tadını alamadığın, dokunamadığın, koklayamadığın bir hapse. Aklın için bir hapis.) Morpheus’un bu sözlerini şunlarla birleştirdiğimizde “the matrix is the world that has been pulled over your eyes to blind you from the truth, the truth that would set the human mind free” mesele daha anlaşılır olmaktadır. Ve birleştirilmesi gereken son parça şudur: “Have you ever had a dream, Neo, that you were so sure was real? What if you were unable to wake from that dream? How would you know the difference between the dream World and the real world? (Gerçek olduğuna inandığın bir rüya gördün mü Neo? Ya o rüyadan uyanamazsan? Hayal dünyası ile gerçek dünya arasındaki farkı nasıl anlardın?)”

 

Peki, bu üç ifadeden ne anlamalıyız. Çok basitçe şöyle diyelim, gerçekle ayırt etmesi zor olan bir rüya gördüğünüzde hatta hiç uyanmasanız belki rüyada olduğunuzu anlayamayacağınız ve sanki gerçekmiş gibi rüyadaki hayatı yaşayacağınız bir durum olsa ve uyanmasanız gerçeğin ne olduğunu nasıl bileceksiniz? Sizin bilmiş olduğunuz gerçek rüyada yaşadığınız hayat olmuş olacak. Biraz daha açacak olursak, örneğin bir masaya dokunduğunuzda o nesnenin tahtadan yapıldığını ve sert bir cisim olduğunu anlıyorsunuz. Aynı şekilde soğuk su dolu bir bardağa dokunduğunuzda soğukluğu hissedip, avuç içinizin serinlediğini fark ediyorsunuz. Eğer bunu gerçek olarak tanımlarsak, bu durumda gerçek dokunduğumuz, tattığımız, gördüğümüz ve diğer duyularımızla algıladıklarımızdır. Yani siz elinizle masaya dokunduğunuzda parmak uçlarınızdaki almaçlar masanın sert ve tahta olduğunu algılayarak sinir sistemi aracılığıyla bu bilgiyi beyninize gönderir ve beyninizin size masanın sert ve tahta olduğunu söylemesiyle bunu bilmiş olursunuz. Peki, aynı masaya dokunsanız, ancak algılamanız yumuşak ve ıslak olsaydı beyninize sinir sistemi bu bilgiyi ileteceğinden siz her ne kadar masa gerçekte sert ve tahta olsa da onu ıslak ve yumuşak olarak bilmiş olacaktınız ve sizin için gerçek bu olmuş olacaktı. Sizin bildiğiniz gerçek böyle olsa da, esasında hakiki gerçek öyle değildir. 


İlk filmde Cypher’ın Smith ile anlaşmaya varmak için yemek yediği sahnede Cypher şunları söyler: Biliyor musunuz bu bifteğin var olmadığını biliyorum. Bunu ağzıma koyduğumda Matrix'in beynime bunun sulu ve lezzetli olduğunu söylediğini biliyorum. Dolayısıyla bir yatakta uzanmış ve uyku halinde olan, vücudunun çeşitli yerlerine kablolar bağlı bir insana, onun beynine elektriksel sinyaller aracılığıyla sinir sistemi üzerinden ilettiğiniz bilgilerle yeni bir hayat sunsak ve bu insan hiç uyanmasa o insan kendisine verilen hayatı yaşar. Şimdi yaşadığımız dünyanın böyle olduğunu ama gerçek dünyayı hiç bilmediğimizi düşünelim. Bu abartı mı, uçuk bir fikir mi? Hiç de değil. Bir insanı uyutsak, kabloları bağlasak, onu sanal dünyaya göndersek, orada ona yeni bir fiziki tip, yeni bir meslek, yeni bir eş, yeni arkadaşlar, yeni ev vb. kısaca yeni bir hayat versek, ama bu hayat öyle basit bir bilgisayar yazılımı aracılığıyla değil de yaşadığımız dünya gibi bir yeri sanal olarak sunabilecek kapasiteye sahip makinelerce verilse, az önce bahsettiğimiz şey imkansız gibi görünmez. Filmde Neo ve Morpheus arasında geçen diyalog şöyledir: -N: Bu gerçek değil mi? -M: Gerçek nedir? Gerçeği nasıl tanımlarsın? Eğer hissedebildiğin, koklayıp, tadıp, görebildiğin şeylerden söz ediyorsan, gerçek, beyne iletilen elektrik sinyallerinin yorumlanmasıdır.

 

2. Nasıl Bu Hale Gelindi? – Arka Plan

Yukarıdaki kısmı anladıktan sonra, şunu belirtmemiz gerekiyor: İnsanlar bu haldeyse yani yaşayan tüm 5-6 milyar insan kendilerine verilen sanal dünyada hayattalar ise gerçek durum ne ve bu hale nasıl gelindi? Nasıl bu hale gelindiğini anlamak için 2003 yapım Animatrix’in izlenmesi şart. Animatrix içindeki “Part 1 – İkinci Rönesans Bölüm 1” ve “Part 2 – İkinci Rönesans Bölüm 2” izlendiğinde, insanların robotları hayatı kolaylaştırmak için kullandığı, yapay zekanın giderek geliştiği, fabrikalarda artık tamamen robotların görev yaptığı vb. bir durumdan bahsedilir. Atıf yapılan bir diğer şey ise insanoğlunun gittikçe “corrupted” yani yozlaşmış olmasıdır. “B166ER” kod adlı bir robot sahibine karşı çıkar ve cinayet işler. Olay mahkemeye gider ve sahibin malı üzerinde istediği tasarruf hakkına sahip olduğu sonucuna varılır. Bundan sonra tüm robotların imha edilmesine başlanır (bu sahnelerde insanlar robotlara kötü muamele etmektedir – sanki insanlar bir ırk robotlar ayrı bir ırk ve arada nefret temelli bir düşmanlık var şeklinde). Kendilerini kurtaran robotlar dünyanın bir yerinde tekrar yaşamlarına başlar (tam bu konudan bahsederken Arabistan yarımadasına odaklanır ekran – nedenini bilmiyorum) ve gelişirler. Ekonomik açıdan insanların piyasalarından daha üstün hale gelirler ve barış için Birleşmiş Milletlere elçi gönderirler ancak insanlar kabul etmez ve aralarında savaş başlar. Son derece gelişmiş yapay zeka, kendi arasında birleşmeye ve insan ırkına karşı savaşa girişir. Makinelerin enerji kaynağı güneş olduğundan, insanlar gökyüzünü karartarak önlem almak isterler ancak bu savaşın galibi makineler olur ve insanların pil olarak kullanılması karşılığında onlara yeni bir hayat vaat edilir (aşağıda bahsedeceğiz). Az sayıda kalan insan yer altına inerek orada (Zion)yaşamaya başlar. Önemli nokta şudur: robotların kendi aralarında birleşmelerine olanak sağlayan bir bilince sahip olmaları. İnsani özelliklerden biri olan “şuur” artık robotlarda da vardır. Benzer bir şey “I Robot – 2004”de de görülmektedir. İlk isyankar robot için söylenen söz: “a name that will never be forgotten, for he was the first of his kind to rise up against his masters…” Kısacası insanlar, milleti cinsi soyu etnisitesi fark etmeksizin bir tür, robotlar diğer tür olarak ikili bir kutuplaşma meydana gelir ve savaşın galibi robotlar olur. Gökyüzü karartıldığından insan metabolizması üzerine çalışmaları sonucu onun vücudunda üretilen bio-elektriğin kendilerine nasıl enerji kaynağı olarak kullanılabileceği öğrenen robotlar bunun karşılığında onları Matrix’e (sanal dünya – esasında şu an yaşadığımızı sandığımız dünya) bağlar. Morpheus’un Neo’ya gerçek bu diyerek TV ekranından kapkaranlık bir yer göstermesi bu nedenledir. Yeryüzü tamamen robotların egemenliğinde olduğuna ve gökyüzü de karanlık olduğuna göre robotlar kendilerini besleyecek enerjiyi nereden bulmaktadır? Morpheus filmde elinde bir adet Duracell pille (o sahnede pilin markası görünmez ama o bir Duracell pildir) bunu izah eder. Şöyle ki, insanlar “insan tarlaları” adı verilen inanılmaz büyüklükte bir yerde, yoğun bir sıvıyla dolu küvetlerin içerisinde, vücutlarının çeşitli yerlerine kablolar bağlı bir şekilde uyku halindedir. İnsan vücudu her gün belli bir miktar volt elektrik üreten bir metabolizmaya sahip olduğundan, üretilen bu elektrik robotlar için enerji kaynağı olarak kullanılmaktadır. Özetle insan, günlük hayatta herhangi bir insanın bir elektronik aleti kullanması için gerekli olan pilden, bataryadan farksızdır.

Bir şeyi daha belirtmemiz gerekiyor; ilk Matrix, Mimar’ın (The Architect-Matrix’in tasarlayıcısı) söylediği üzere insanların mutlu olması için yaratılmıştır. Düşününki hayatınızdan, mesleğinizden, eşinizden vb. hiçbir şeyden memnun değilsiniz ve mutsuzsunuz. İstediğiniz bir hayat, arzuladığınız ve mutlu olacağınızı düşündüğünüz bir yaşam için sizi Matrix’e bağlamak mümkündü. Demek istediğim, ilk Matrix’in insanların mutluluğu için tasarlandığıdır.

3. Felsefi Boyut ve Birtakım Önemli Noktalar

3.1. Neo/Thomas Anderson ve Agent Smith

Bu noktadan sonra artık işin felsefi boyutundan hafifçe bahsedeceğimiz kısma geçmemiz gerekir. Filmin her sahnesi, her çekim açısı, sahnelerde yer alan nesneler, öğeler vs. hepsi birer anlam barındırıyor. Bunlara, diyalogları da eklediğimiz zaman sağlam kafa yormak lazım ki bu kesinlikle benim harcım değil ama birkaç hususu belirtebiliriz. Neo’un yaşadığını sandığı hayattaki adı Thomas Anderson’dur. Thomas isminin anlamına bakacak olursak karşımıza şöyle bir şey çıkmaktadır: “People with this name tend to be a powerful force to all whose lives they touch. They are capable, charismatic leaders who often undertake large endeavors with great success. They value truth, justice, and discipline, and may be quick-tempered with those who do not”. Özellikle ikinci cümle, filmde Neo’nun seçilmiş kişi olma ve insanlığın bir nevi kurtarıcısı rolüyle örtüşmektedir. Birde Thomas ismine Vatikan tarafından atfedilen bir kutsiyetin olup olmadığına bakacak olursak, bu ismin Hıristiyan dünyası için ne anlama geldiğine bakmamız gerekir. Karşımıza çıkan kişi St. Thomas Aquinas (Aquina’lı Thomas)’dır. Hıristiyan teolojisine yaptığı katkılar ve verdiği eserler ile ölümünden yaklaşık 300 yıl sonra 1567’de Katolik Kilisesi’nin uluları arasına yükseltilir. 1879’da Papa XIII. Leo Thomas’ın öğretilerini teolojinin temeli olarak kabul eder. Böylece Thomas’ın görüşleri Katolik Kilisesi’nin resmi görüşü durumuna gelmiş olur. 1914’te, O’nun görüşlerini tartışmak günaha girmekle eş anlamlı kabul edilmiştir. 1917’de ise Kilise yasası, Thomas’ın görüşlerini Kilise’nin resmi görüşü ilan etmiştir. Diğer taraftan, Thomas Hz. İsa’nın 12 havarisinden birinin adı. Aramice de ‘ikiz’ anlamına gelen, ta'oma'nın Yunanca İncillerde bu telaffuzla kaydedilmesiyle Batı Hristiyan dünyada Thomas oldu. Sonuç olarak bu isim Anglo-Sakson dünyasındaki yaygın isimlerden olmasına rağmen diğer yaygın isimler gibi pagan kökenli olmayıp Hristiyanlık kökenlidir.

Tüm bu bilgilerden ne çıkarmamız gerekiyor sorusuna şu cevabı vereceğiz. Yaşadığını sandığı hayatta adı Thomas Anderson olan Neo’nun, sondaki “O” harfini başa aldığımızda “The One” yani “Seçilmiş Kişi” imgesiyle özdeşleştiğini görüyoruz. Anderson soy ismi, insanoğlu bir bakıma ademoğlu manalarına gelmektedir. Thomas ismi de Hıristiyan öğretide kutsiyet atfedilen ve Katoliklikte önemli bir isimdir. Bu durumdan, filmde yeryüzünün altına inerek yaşamakta olan insanların kurtarıcı umuduyla beklediği kişiye yani Neo’ya yapılan atıfları görmüş oluyoruz. Zaten Morpheus’un Neo’yu yani Thomas Anderson’u kurtarma ve ona gerçeği göstermesi onun seçilmiş kişi olduğuna dair inancı nedeniyledir. Makine-insan savaşı sonrası hayatta kalan bağımsız (makinelere pil olmayan) insanlar ise yerin çok altında bir mağara şehri olan Zion’da yaşamaktadır. Morpheus ve gemisi olan diğer liderler, kendilerini makinelere karşı zafere taşıyacak “seçilmiş kişi” olan bir bakıma gizemli bir kurtarıcıyı aramaktadır. Mesih’in, daha doğrusu Kurtarıcı Mesih’in teolojik kitaplarda yer aldığı hesaba katılırsa, filmden Hıristiyan öğretiye dair izler olduğu söylenebilir. Özellikle son filmde Neo’nun öldükten sonra makineler tarafından göğe yükseltilmesi açıkça Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi ve sonrasında inanıldığı üzere göğe yükseltilmesiyle özdeştirilmektedir ve bu durum gayet yerinde bir özdeşleştirmedir. Çünkü Neo önceki beş seçilmişin dışında farklı bir yolu seçmiş, kendini feda ederek tüm insanlığın kurtarıcısı olmuştur. Dolayısıyla böyle bir özdeşleştirme şüphesiz yerindedir ve kesinlikle zorlama bir çıkarım değildir.

Ajanlar neden “Smith” ismine, daha doğrusu soy ismine sahip? Smith, İngilizce konuşulan ülkelerin birçoğunda yüksek oranda görülen bir soy isim, tıpkı ülkemizde her 45 kişiden birinin soy isminin “Yılmaz” olması gibi. Tüm ajanlar birbirine benzemektedir ve belli bir şablon, kalıp ve tiptedir. Smith ismi de, geleneksel kökleri itibariyle tekdüzeliği, kendine ait bir nesli temsil etmektedir. Esas nokta, Morpheus’un“You all look the same to me” diyerek bu duruma vurgu yapmasıdır. İlk filmde Morpheus, ajanlar tarafından yakalandığından Agent Smith’in insan ırkı için söylediği şu sözler unutulmamalı: “Burada bulunduğum sürede fark ettiğim bir şeyi paylaşmak isterim. Türünüzü sınıflandırmaya çalışırken fark ettim. Aslında memeli değilsiniz. Bu gezegendeki tüm memeliler etraflarındaki çevreyle doğal bir uyuma sahiptir. Siz insanlar değilsiniz. Bir bölgeye taşınır ve çoğalırsınız. Tüm kaynaklar tüketilene dek. Hayatta kalmanızın tek yolu başka bölgelere yayılmaktır. Aynı yayılma prensibini uygulayan bir organizma daha var. Virüsler. İnsanlar, hastalıktır. Bu gezegenin kanseri. Siz bir salgınsınız. Biz de tedavisiyiz.”

3.2. Smith’in Amacı

Son paragrafta yazılanların havada kaldığını biliyorum. Taşların yerine oturması için Smith’in yani virüsün Matrix’teki fonksiyonundan bahsetmemiz gerekli. Smith, Matrix içinde diğer programlara benzer şekilde yapay zekalı programlardan biridir (yukarıda bahsedildiği üzere Matrix içinde her şeyin, bir ağacın, arabanın, masanın, dağların vs. her şey kodlardan ibaret olduğunu hatırlayın. Esasen buna en güzel örnek ikinci film olan Reloaded'ın muhteşem giriş sahnesinde bir saatin işleyişi için bile ne kadar kod gerektiğinin gösterilmesidir). Virüsün amacı ve var olma nedeni, gerçek dünyada yaşayan insanlar Matrix’e bağlandıklarında onları yakalamak ve yok etmektir. İlk filmde Morpheus’u yakalamalarının sebebi, Zion’a giriş kodlarını Morpheus’tan elde etmektir. Bu sayede, programlandığı görevi yerine getirecektir. Ancak Smith virüs olması gereği, yani her programı kendine çevirmesi/dönüştürmesi (filmde ajana dönüşen insanları düşünün) başka bir deyişle bozması, yıkması kaçınılmaz son olarak karşımıza çıkar. Çünkü doğası gereği en sonunda bunu yapacaktır, o bir virüstür ve onun doğası bu disfonksiyonu (fonksiyon bozukluğunu) doğurmuştur. Yani o, artık anormal bir şekilde programlandığından farklı hareket etmektedir. Bu bakımdan, zamanla programlanma amacının dışına çıkarak Matrix’ten kurtulmak ister. Buradaki esas amacı, özgür olabilmektir. Kısaca burada yapay zekanın, insan olma eğilimi ve özgürleşme isteği söz konusudur. İlk filmde Morpheus’u sorgulama esnasında “Buradan gitmeliyim. Özgür olmalıyım. Bunun anahtarı bu zihinde. Benim anahtarım. Zion yok edilince burada kalmama gerek kalmayacak.” ifadelerini kullanması bu durumun göstergesidir. Neo’nun, son filmde ana makine tarafından Agent Smith’i yok etmek üzere Matrix’e bağlanması, Smith’in programlanmasının dışında hareket etmesinin bir sonucudur. Bir bakıma ana makine, işlevinin dışına çıkan bir yazılımı Neo ile sonlandırmaktadır ki bunu başarabilecek tek kişi de Neo’dur. Smith’in öldürülmesinden ve robotların Zion’dan ayrılmasından sonra, Mimar’ın Kahin’e “Bu barışın ne kadar süreceğini zannediyorsun” sorusu ayrı bir yazı konusu teşkil edecek kadar içeriğe sahiptir, sadece belirtmek istedim.

3.3. Kahin (The Oracle)

Kahine biraz değinirsek konu biraz daha aydınlanmış olacaktır. Kahin de, Matrix içinde yer alan programlardan birisidir. Kahin, Matrix’in başarıya ulaşması yani milyarlarca insanın bir dünyada düzen içinde (aynı şu an yaşadığımız dünya gibi) yaşaması için Mimar tarafından Matrix’e yerleştirilmiştir. Onun amacı, insanın doğasını ve iç yapısını anlamak bu sayede de Matrix’in bozulmadan, çökmeden devam etmesini sağlamaktır. Aksi durumda daha önceki Matrix’lerin ömrü uzun sürmemiş ve sistem çökmüştür. “Seçilmiş Kişi” anlatısı ile sistemden uyanan ve gerçek dünyaya ulaşan insanlar hep birlikte bir amaç etrafında birleşmektedir ki o amaç: seçilmiş kişiyi bulmak ve onun sayesinde Matrix’in yok edilmesi ve insanların tekrardan eskiden olduğu gibi özgür olarak yaşamasının sağlanmasıdır. Her ne kadar Kahin, insanları böyle bir amaca güdülese ve bu senaryoyu takip ettirse de Mimar’ın burada hedeflediği, seçilmiş kişinin, Zion’da yaşayan insanların Matrix’i ortadan kaldırma durumuna erişecekleri anda, yani o tehlike var olduğunda Zion’u yok etmesidir. Aksi halde, hem Matrix hem de Zion tamamen yok olacak ve insan ırkı ve insanlığa dair her şey tamamen ortadan kalkacaktır. Yani bir bakıma Mimar, Matrix’e yerleştirdiği Kahin aracılığıyla gerçeğe uyanan ve Zion’da yaşayan insanları bir seçilmiş kişi bulmaya yönlendirmekte, ama bu seçilen kişiye Kahin’in Zion’da yaşayan insanlara söylediği/ima ettiği gibi Matrix’i yok ederek insanlara eskisi gibi özgürlük kazandıracak bir görev yüklememekte, ondan (seçilmiş kişiden) insanlar (Zion’dakiler) Matrix’i yok edecek bir tehlikeye ulaştıklarında Zion’u yok etmesini beklemektedir. Ona (seçilmiş kişiye) bu tehlike var olduğunda Zion’u yok etme görevini vermektedir ki, Matrix ortadan kaldırılmasın ve uyanan insanlar tekrardan seçilmiş kişi tarafından Zion’da toplansın. Neo’nun Mimar’la görüştüğü sahnede Mimar, Neo’ya kendisinin 6. seçilmiş kişi olduğunu söyler, buna göre az önce bahsettiğimiz olay beş kez tekrar etmiş ve her seferinde seçilen kişi, insanlar Matrix’i yok edebilecek duruma geldiği tehlike var olduğunda Zion’u yok etmiş ve uyanan insanları Zion’da tekrar bir araya getirmiş, orada tekrar bir koloni oluşturmuştur. Son filmde, yukarıda bahsettiğimiz üzere Smith’in (virüs) amacının Matrix ve Zion’u yok ederek özgürleşmek olduğunun anlaşılmasıyla, Kahin Neo’ya bu durumu belirtmiş ve Neo makinelerin kaynağına giderek bir nevi onlarla anlaşmaya varmıştır ki, bu anlaşma Smith’in yok edilmesi karşılığından Zion’un makineler tarafından yok edilmemesidir. Zaten filmde de, Smith yok edildiğinde Zion’a saldıran makineler oradan çekilmeye başlamıştır. Sonuç olarak hem Matrix hem de Zion’da yani gerçek dünyada yaşayan insanlar yaşamlarına devam etmiştir. Bu durum, az önce bahsettiğimiz senaryodan (daha önce beş defa gerçekleşen) farklıdır. Bunun olmasında Kahin’in Neo’yu yönlendirmesi etkili olmuştur ki Mimar, Kahin’e çok tehlikeli bir oyun oynadığını söyler.

Kahin ilk filmde Neo’ya Morpheus onu götürdüğünde ona kurabiye ikinci filmde de birlikte bankta otururken şeker ikram eder. Bu ikramların amacı Neo’nun seçilmiş kişi olmasına kendine inandırması ve hazırlamasıdır. Yani Kahin tarafından ikram edilen kurabiye, şeker vb. şeyler de birer programdır ve amaçları Neo’ya seçilmiş kişi olduğuna dair bir hissiyat kazandırmak ve seçilmiş kişi gücünü kendisinde hissettirebilmektir. Zaten son filmde Kahin tarafından verilen benzeri bir ikramı Neo reddeder ve artık gerek olmadığını belirtir. Çünkü Neo bu durumun farkına varmış ve onun da ötesinde seçilmiş kişi güven ve hissiyatını kendine kazandırmıştır artık.

3.4. Mimar (The Architect)

Hem Kahin hem de Mimar tek başına ele alınması ve sonrasında tüm filmle birlikte değerlendirilmesi gereken karakterlerdir. Öncelikle bilinmesi gereken hem Kahin hem de Mimarın birer program olduğudur. Evet Mimar da bir programdır. Gerçek insan veya kimi yerlerde “tanrı” ile özdeşleştirilen bir şey değildir. Mimar, Matrix’i tasarlayan programdır. Kabaca ve biraz da hatalı bir tabirle simülasyon yazılımını yazan yazılımdır. Şöyle ifade de edebiliriz: Mimar Matrix’te suyun tadını, ekmeğin tadını, ağacın rengini, ateşin sıcaklığını belirleyendir. Neo uyandıktan sonra Morpheus’un Nebukadnezar isimli gemisinde tayfayla beraber yemek (aminoasit lapası) yerken tayfadan biri ona Matrix’te mısır gevreği yiyorsun ve ağzına bir tat geliyor, bu tadı belirleyen Matrix, ama belki gerçekte mısır gevreğinin tadı öyle değildir gibi bir şeyler söyler. İşte bu tadı ve diğer tüm şeyleri Mimar belirler.

Mimar, Matrix’in matematiksel olarak hatasız olmasını ve bu şekilde çalışabilmesini sağlamaya yönelik görevi üstlenen programdır. İlk Matrix’i tasarladığında filmde Neo ile karşılaşma sahnesinde de belirttiği üzere onu bir sanat eseri olarak görür. Amaç tamamen insanların mutluluğudur. Ancak ilk Matrix her ne kadar salt insan mutluluğunu amaçlamış olsa da başarısız olur. Sebebi insan doğasının anlaşılamamasıdır. Ne de olsa Mimar da bir programdır ve matematiksel kusursuzluk için vardır. Dolayısıyla puzzle’ın eksik kalan parçasını tamamlamak için yani insan doğasını/fıtratını, psikolojisini anlamak için Mimar, Kahin’i geliştirmiştir. Özetle Kahin, Mimar tarafından az önce bahsettiğimiz insanı insan yapanın neler olduğunun anlaşılması için geliştirilen bir programdır. Yani bir program başka bir programı sistemsel aksaklık olmaması, Matrix’in işleyebilmesi amacıyla geliştirmiştir. İşte bu noktada neden ilk Matrix’in de başarısız olduğu anlaşılır hale gelmektedir ki bu itiraf Mimar tarafından Neo ile konuşmalarında dile getirilir. Matrix, Kahin devreye girene kadar, Mimar Kahin’i geliştirene kadar başarısızdır. Çünkü az önce belirttiğimiz gibi Mimar sadece insanların mutlu olmaları üzerinden, onların mutluluğunu amaçlayan ve bu şekilde de en uzun süreli insan hayatının yaşanması hedefine varmaya çalışmıştır. Ama beklenen sonuç olmamış, başarısızlık meydana gelince insan doğasını anlamak için Kahin’i geliştirmiştir.

Mimarla Kahin arasında ayrılmaz ve karşılıklı bağımlılık olan bir ilişki var ve bu karşılıklı bağımlılık bir anlamda bir mecburiyet halindedir. Kahin, Mimar’a insanlara seçim hakkının tanınmasını ve onların inanç ihtiyacının olduğunu belirtir. Buradaki “inanç” sadece din anlamında değildir, bir şeylere bir insana bir olguya inanma, onu takip etme, güvenme vb. gibi düşünülmelidir.  Ne de olsa Kahin’in geliştirilme amacı insan doğasını anlamaktır ve Mimar’a yaptığı öneri budur. Mimar da bu çerçevede insanların Matrix’ten kurtulma ve Zion’a inanmalarını onaylar ve bunun böyle olmasını da destekler diyebiliriz. Çünkü amaç, Zion’daki insan sayısının belli bir miktara ulaştığında Matrix’in yok edilip yukarıda bahsettiğimiz döngünün gerçekleştirilmesidir. Yani ne zamanki Zion belli bir sayıda insan nüfusuna ulaşırsa makineler orayı yok edecek ve ardından 16 kadın 7 erkekle tekrar Zion şehrinde insan artmaya başlayacaktır. Ama uyanan ve/veya uyanma aşamasında olan, kaba tabirle git-gel yaşayanların bir seçim ve inanç etrafında buna inanmaları (sonucunun bu şekilde olacağını bilmeden) ve sonunda yok edilmeleri ve sistemin tekrar baştan kurulması Mimar tarafından onaylanan bir hadisedir diyebiliriz. Kısacası Mimar, Zion’u bilmektedir ve insanların da Zion’a inanmasını istemektedir. Zion, Mimar’ın matematiksel kusursuzluğundaki hata payıdır. Bu hata payı bırakılmalıdır çünkü mükemmellikte bunu gerektirir. Her seferinde Matrix’i daha iyi yapan da budur. Hele ki insanın duygu/düşünce boyutları için Kahin geliştirildiğinde en iyi hale gelme durumu da olmuş ve 20. yy sonları yaşanan dünya en iyi Matrix olmuştur. (Bu kısım tek başına yazılsa çok detaylı ve uzun bir konu olduğundan daha fazla uzatmıyoruz.)

Neo Mimarla konuşmasında kendinden önceki beş seçilmişin yaptığı gibi sağ kapıyı değil de sol kapıyı seçer. Yani makinelerin Zion’u yok edip kendisinin 16 kadın 7 erkekle Zion’un yeniden oluşturulması seçeneğini reddeder. Yani döngü bu sefer gerçekleşmeyecektir. Neo’nun Mimarla konuşmasında bir sahne şu şekildedir: Mimar koltuğunda, aralarında makul bir mesafe var ve Neo ayakta, Neo’yu sağından Mimar’ı ise solundan alan bir kare ve soldaki kapı görünür sadece. Sanki soldaki kapının tam karşısında olması gereken sağ kapının olduğu yerden kamere çekiyor gibi. Kısacası sağ kapı görünmez çünkü sahneyi alan kamera oradadır ve sağ kapı bizizdir. Bu sahneyi tekrar gördüğünüzde bu dediğimi daha iyi anlayacaksınız. Sağ kapı biziz derken ne demek istedim? Sağ kapı önceki seçilmişlerin seçtiği ve döngünün kendini tekrarladığı kapıdır. Yani sağ kapı şu an biziz, kendimiz, ailemiz, şehrimiz, ülkemiz, kıtamız ve komple dünya. Sağ kapı, işimiz, gülmelerimiz, eğlencelerimiz, ölümlerimiz, çocukluğumuz ve yaşlılığımız. Sağ kapı var olan ve işlemeye devam eden sistemdir ve o nedenledir ki o sahnede sağ kapı seyircidir. Yeri gelmişken Mimar’la alakası olmasa da benzer bir sahneyi hatırlatayım. İlk filmin son sahnesi. Neo güneş gözlükleriyle yürümektedir ve çevresindeki insanlara bakar, onları süzer ve içten içe bakar. “Bu insanlar uyuyor ama uyuduklarının da farkında değiller” bakışıdır Neo’nunkiler. Kendisinin uyanması sonrası bu insanları hapsedildikleri bu düzende uyanamayışlarına bakıştır o bakışlar ve çevresine ve insanlara kısa bir süre göz attıktan sonra tam karşıya yani seyirciye bakar. Bize bakar. “Sen de uyuyorsun” bakışıdır o bakış. Uzatmadan burada kesiyorum. Ne de olsa bugün Matrix’e inanan insanlar mevcut. Daha fazla uzatmıyoruz.

Mimar’ı kısaca anlatmaya çalışsak da ileri seviye analizler için şunu söyleyebiliriz ki Matrix’teki Mimar, Descartes’ın “kötü cin” olarak adlandırdığıdır.  Artık bu noktadan sonra “google search” yapması sizden. Bu cümleden sonra Mimar’ın çok daha iyi anlaşılabilmesi için ileri seviye okumalar yapmak gerekiyor ve maalesef henüz bu seviyede değilim, keşke yeterince zamanım olsa idi veya olanı iyi değerlendirebilse idim.

3.5. Nasıl Uçuyorlar

Bir de şunu da belirtmek gerekir: “Neden ajanlar ve Neo uçuyor”, “arabaları fırlatıyor”, “asfaltları kazıtıyor” vb. bunlar nasıl oluyor? Smith ve Neo, içinde bulundukları ortamın bir bilgisayar yazılımı olduğunu bildiklerinden, bu durumun farkında olduklarından bunu başarabiliyor. Böyle bir dünyada ne kas gücünün, ne fiziki kabiliyetin önemi yok. Diğer insanlar yani Matrix’te yaşayanlar bu durumun farkında olmadıklarından onlar gibi hareket edemiyor. Morpheus’un Neo ile alıştırma yaptığı sahnede aralarında geçen şu diyalog bu durumu özetlemektedir: “-M: Seni nasıl yendim? -N:-Çok hızlısın. -M: Daha hızlı veya güçlü oluşumun sence burada, kaslarımla bir ilgisi var mı dersin? Hava soluduğunu mu sanıyorsun?”

4. Jean Baudrillard - Simülakrlar ve Simülasyon

Değinmek istediğim bir diğer husus Baudrillard’ın filmdeki yeridir. Baudrillard (tam adı Jean Baudrillard) Fransız kökenli bir sosyologdur. İlk filmde Neo’nun bilgisayarına“Matrix has you… Follow the white rabbit” uyarıları gelip, Neo uyandıktan sonra kapıya gelen arkadaşlarına para karşılığında bir kitabın içinden çıkarıp cd-disket gibi bir şey verir (En nihayetinde Neo, yani Thomas Anderson yaşadığını sandığı hayatta resmi kayıtlarda yer alan kendine ait bilgilerin dışına bakacak olursak bilgisayar korsanlığı yapan bir insandır). O sahnede, Neo’nun içini açıp da cd-disket neyse onu aldığı kitabın adı Simülakrlar ve Simülasyon’ dur. (İngilizce: Simulacra and Simulation, Fransızca orijinal adı: Simülacres et Simulation). “Simülasyon” terimi genellikle gerçek bir şeyin taklidi veya temsilini anlatmakta kullanılır. Radikal Fransız düşünür Baudrillard bu kavramı, günümüz dünyasının gerçek bir toplum olmadığını, bunun yerine sembol, gösterge ve imajların gerçek olanın yerini aldığı dolayısıyla içinde bulunduğumuz toplumun sanal bir gerçeklik olduğunu ifade ederken kullanmaktadır. Buna göre, “-mış” gibi yapılan bir dünyada yaşamaktayız. Örneğin, bir eğlence parkına gidip uçak simülasyonuyla sanki gerçek bir uçak sürme hissini, hazını, heyecanını vs. yaşarsınız. Ancak uçarken ki tehlikeler gerçek değildir. Bu “-mış” gibi deneyim, gerçek olanın bir taklididir ve gerçekle ayırt edilmesi zordur. TV’nin bize sunduğu hayatla TV hayatımıza girerken, hayatımızda TV’nin içine girmiştir. Baudrillard’ın demek istediği, gerçek ve gerçek olmayan ayrımının yapılamadığı, neyin gerçek neyin gerçek dışı olduğunun ayrıştırılamadığı, ikisinin iç içe geçtiği, birbirine girdiği bir dünyada yaşadığımızdır. Böyle bir dünyada birey, pasif ve medya tarafından manipüle edilen bir varlıktır. Hava durumu dahi bir ambalaj içinde bireye sunulmaktadır. Birkaç farklı noktaya değinerek yaşadığımız simülasyon dünyayı anlatmaya çalıştım. Baudrillard’ın bu kitabı, filmden önce oyunculara okutulan birkaç kitaptan biridir. Kitabın ilk basım tarihi 1981’dir.

5. Oz Büyücüsü (The Wizard of Oz) - 1939

Şunu da eklemek isterim; ilk filmde Cypher isimli karakter tarafından Neo’ya yönelik dile getirilen “Buckle your seatbelt Dorothy, ’cause Kansas is going bye-bye.” ifadesi1939 yapım “Oz Büyücüsü – The Wizard of Oz” filmine bir gönderme içermektedir. Söz konusu bu film için ise bir yazı yazmak hiç de kolay değil, o filmin bir müzikal, bir çocuk ve aile filmi olmanın ötesinde ele almak gerekiyor.

6. Alice Harikalar Diyarında – Alince in Wonderland

Diğer taraftan, mutlaka değinilmesi gereken bir nokta da “Alice in Wonderland”mevzusu. Alice Harikalar Diyarında isimli kitap Lewis Carroll tarafından yazılmakla beraber zannedildiği üzere bir çocuk kitabı olmayıp bir nevi liderlik kitabına benzemektedir. Gelelim Matrix ile ne alakası olduğuna. İlk filmde Trinity Neo'yu Morpheus ile tanışmaya götürür (kırmızı mı yoksa mavi hap mı sorusundan önceki sahne) ve ikisi tanışdıktan sonra Morpheus ve Neo arasında şöyle bir diyalog geçer M: I imagine that right now you’re feeling a bit like Alice. Tumbling down the rabbit hole. (Eminim şu anda kendini tavşan deliğinden düşen Alice gibi hissediyorsundur.) N: You could say that. (Öyle denilebilir) Morpheus: I can see it in your eyes. You have the look of a man who accepts what he sees because he’s expecting to wake up. Ironically, this is not far from the truth. (Gözlerinden belli. Sende gördüklerini kabullenen birinin gözleri var uyanmayı beklediğin için. Tuhaf ama bunlar gerçekten pek uzak değil.) Yani, Alice ve Neo arasında bir benzerlik vardır. Nedir bu benzerlik? Alice, beyaz tavşanı takip ederek bir delikten aşağı düşer, ardından farklı ve yeni bir dünyayla tanışır. Benzer şekilde Neo da uyanır ve yeni bir dünyaya gözlerini açar. Yukarıda değindiğimiz gibi Neo’dan ücret karşılığı disket almaya arkadaşları gelmeden önce bilgisayarında “follow the white rabbit – beyaz tavşanı takip et” ibaresi görünür ve ne zamanki arkadaşları kapıyı çalsa, kapıdaki grubun içindeki bir kızın omzunda beyaz tavşan dövmesi Neo tarafından fark edilir ve bunun üzerine Neo grup tarafından davet edilen partiye katılır ve orada da Trinity ile tanışır. Ardından, Morpheus ile tanışma sahnesi gelir ve yukarıdaki diyalog iki karakter arasında geçer. Yani Neo, Alice gibi beyaz tavşanı takip ederek farklı bir dünyaya uyanır ve Morpheus ona Alice’in delikten yuvarlandığında hissettiği durumda olduğunu hatırlatır. Filmde bu referansın yapılması çok hoş bir şekilde kendini bulmuş. Ayrıca, Morpheus avuçlarına kırmızı ve mavi hapı aldıktan sonra kırmızı hap için şu ifadeleri kullanır: M: You take the red pill you stay in Wonderland and I show you how deep the rabbit hole goes. (Kırmızı hapı alırsan Mucize Ülkesi'nde/Harikalar Diyarı-Wonderland kalırsın ve sana tavşan deliğinin ne kadar derin olduğunu gösteririm.)

Alice in Wonderland dediğim gibi bir çocuk hikayesi değil. Filmde geçmemekle beraber yolunu kaybedenlere yönelik kitaptaki şu cümle aslında Neo gibi kafasının içinde açıklayamadığı şeyler bulunan biri için gayet anlamlı: “If you don’t know where you are going, any road will get you there – Eğer nereye gideceğini bilmiyorsan herhangi bir yol seni oraya götürür.” Çünkü Neo'nun kendine açıklayamadığı adeta zihnini kurcalayan şeylerin varlığını Morpheus aynı tanışma sahnesinde Neo'ya anlatıyor ve Neo'nun da kendisine gelme sebebini de açıklamış oluyor. Şöyle ki M: Let me tell you why you're here. You're here because you know something. What you know, you can't explain. But you feel it. You felt it your entire life: There's something wrong with the world. You don't know what, but it's there. Like a splinter in your mind, driving you mad. It is this feeling that has brought you to me. (Neden burada olduğunu anlatayım. Bir şey bildiğin için buradasın. Bildiğini açıklayamıyorsun. Ama hissediyorsun. Hayatın boyunca hissettin. Dünyada ters giden bir şeyler var. Ne olduğunu bilmiyorsun ama orada. Beyninde kıymık gibi seni çıldırtan bir şey. Seni bana getiren şey bu duyguydu.) Alice ve Neo benzer karakterlerdir. Alice, rutinden sıkılmıştır, monoton hayatından sıkılmıştır ve çevresindekilerden farklıdır. Benzer şekilde Neo da bir arayış içindedir ve her iki karakter de yeni bir dünyayla tanışır. Alice in Wonderland ve Matrix arasında bu hususlardan daha fazla noktalarda bazı benzerlikler mevcut. Ben kapıyı açtım, içeri girmesi sizden. (Not: Alice in Wonderland ile Matrix arası bağlantıyı ileride daha ayrıntılı yazmayı da düşünüyorum.)

7. Wake up Neo. The Matrix has you.

"Wake up Neo" ifadesi için üç filmin toplamında verilmek istenen mesajın özünü ifade eder desem acaba çok mu abartmış olurum yoksa tam yerinde mi olur kararsızım. Hiç şüphesiz bu ifade tüm hadisenin en temel direğidir. Uyanmak! Peki ama neyden? Hadi akşam oldu tüm gün enerji harcadık yorulduk uykumuz geldi, yatağımıza gidelim uyuyalım ve gündüz olsun uyanalım değil. Matrix sorgulatır! Evet sorgulatır. Hayatı sorgulatır, işini, sosyal çevreni, komşunu, aileni, şehrini, toplumun seni biçimlendirmesini, senin iradenle toplumun senden beklediklerinin çakışmasını/uzlaşmasını, özetle yaşamını! Neden mi bu kadar çok ünlem işareti kullanıyorum. Çünkü sorgulanmayan bir hayat nasıl eksik kalacaksa bu konuyu da anlamadan film tamamlanamaz. Uyandırılmak istenen Neo'dur. İlk filmde odasında bilgisayarının başında uyuya kalan (bildiğimiz anlamda) hatta kaba bir tabirle sızmış vaziyette bir Neo var. O sahneden üstten bir çekim olur. Neo'nun bilgisayarında "Wake up Neo" yazar ve uykusundan uyanması beklenir. Her ne kadar bu sahne tek başına ele alındığında Neo'nun bildiğimiz anlamda uykudan uyanması beklense de bu sahne ve "Wake up Neo" ifadesiyle Neo'nun gerçeklere gözünü açmasının mesajı verilmektedir aslında. Kaldı ki daha sonraki sahneler bizim bu düşüncemizi doğrulamaktadır. Zaten filmin birçok yerinde birkaç adım sonra olacakların mesajı önceki sahnelerden veriliyor. Peki Neo uykusundan uyanmaktan ziyade neye uyanacaktır? Neo gerçeğe uyanacaktır. Hiç bilmediği gerçeğe. Smith, Neo'yu sorguya çektiği sahnede masaya bir dosya koyar biraz o dosyayı karıştırır ve Neo'ya iki farklı hayatının olduğundan bahseder (Neo’nun bu iki farklı hayatının anlamından ve bu ikileminden daha sonra bahsedeceğiz). Smith: "Anlaşılan sizin iki hayatınız var. Birinde, Thomas A. Anderson'sınız. Saygın bir yazılım şirketinde program yazarı. Sosyal güvenlik numaran var. Vergilerini ödüyorsun. Ayrıca ev sahibine çöpü taşımakta yardım ediyorsun. Diğer hayatın bilgisayarlarda geçiyor Orada "Neo", korsan adını kullanıyorsun. Yasalarda yer alan neredeyse her bilgisayar suçunu işledin. Bu hayatlardan birinin geleceği var. Diğerinin yok." Smith bu cümleleri kurduktan sonra Neo’nun bilgisayar korsanı olarak işlediği illegal eylemler nedeniyle oluşan sicilinin temizlenmesi karşılığında kendileriyle işbirliği (Morpheus’un yakalanması için yardım etmesi) yapmasını teklif eder. Şimdi Neo’nun birinci hayatına bakalım. Bir mesleği var, saygın bir iş, vergilerini ödüyor, yardım sever, doğru, dürüst, illegal bir davranışı veya eylemi olmamış, herkes tarafından sevilen biri vs. Bunlar gibi bir çok sıfatı Neo’ya bu hayatı için ekleyebiliriz. Yani toplumdan örnek gösterilecek bir şahsiyet. Smith’in Neo’nun bu hayatı için “Ayrıca ev sahibine çöpü taşımakta yardım ediyorsun” ifadesi öyle bir ifadedir ki Neo’nun toplumun ondan beklediği tüm davranışları yerine getirdiğini özetlediği gibi bu duruma biraz alay edercesine baktığını da özetler. Sizce Neo bu hayatı için kaç tane kararı kendisi tek başına almıştır? Esasında bu soruyu sadece Neo’ya yönelik bir soru değil yaşadığını bildiğimiz herkese sorulan bir soru olarak görmek lazım. Bizler, bizlerden beklenen hayatımı yaşıyoruz yoksa kendi tercihlerimizi yaparak o haliyle şekillenen bir hayatı mı? Peki filmin bunlarla ne alakası var diyeceksiniz. İlk filmde Morpheus, Neo’ya Matrix’in ne olduğunu daha iyi anlatmak için onunla birlikte bir simülasyona bağlanır. İnsanların trafikte karşıdan karşıya geçtiği sahneyle başlar ve devamında Neo önden giden Morpheus’u takip ederken sürekli insanlara çarpar. Yürüyen, görünen o ki acelesi olan, bir yere, bir şeye yetişmeye çalışan insanlar. Hiçbiri bir diğerine bakmayan, konuşmayan, hareket halinde olan, herhangi bir anlam veya duygu barındırmayan yüz ifadeleri olan insanlar. Sahneyi izleyin bu dediklerimi siz de fark edeceksiniz. Yani robotlaşma yolunda giden bir insan modeli göze çarpıyor. Morpheus’un şu sözleriyle beraber sahne kendini tamamlıyor. M: Matrix, bir sistemdir Neo. Bu sistem, düşmanımız. İçeride, etrafına baktığında ne görüyorsun? İşadamları, öğretmenler, avukatlar, marangozlar. Kurtarmaya çalıştığımız insanların zihinleri. Bu yüzden düşmanlarımız onlar. Anlamalısın bu insanların çoğu, sistemden çıkmaya hazır değiller. İçlerinden çoğu sisteme o kadar umutsuzca bağlı ki onu korumak için savaşacaklar. Yani adeta robotlaşmaya doğru giden insanlar ve sorgulanmayan hayatlar. “İçlerinden çoğu sisteme o kadar umutsuzca bağlı ki…” İşte bu. Demek istediğim sisteme kafa tutmak falan değil veya bir kaosa, başkaldırmaya, isyana, ayaklanmaya çağrı falan değil. Mesele sorgulamak. Bugün yaşadığımız dünyada Matrix’in gerçek olduğuna yani kısaca bir simülasyonun içinde yaşadığımıza inanan insanlar da yok değil. Ancak Matrix bir film olarak bizden böyle bir şeye inanmamızı beklemekten çok hayatı sorgulatma mesajını verir. Filmde “sistem” kelimesiyle Matrix’in kendisi yani program kastedilirken şu an yaşadığımız dünya için “sistem” kelimesi neye karşılık gelir? Bu soruya verilecek birkaç farklı cevap var. Hiçbirini de buraya yazmayı düşünmüyorum çünkü çok su götürecek bir mesele ve bu yazının kapsamı dışına çıkmış oluruz. Ancak bu soruya verilecek cevap ne olursa olsun her farklı cevap ayrı ayrı ele alınsa bile sorgulanması gereken bir şeyler ortaya çıkıyor. Burada bir düzensizliğin olması gerektiğinden bahsetmiyorum kesinlikle. Elbette bir düzen ve bir işleyiş mekanizması olmalı. (İşin sosyolojik teorilerine girmek ayrı bir yazı konusu o nedenle kısa geçiyorum). Ancak her durumda sorgulamanın gerekliliği kaybolmuyor. İkinci filmin açılış sahnesi de mesai saatlerine dikkat eden (dikkat etmek zorunda kalan) insanlar üzerinden neredeyse bu insanların neredeyse robotik davranış sergilediklerini göstererek bu noktaya bir kez daha işaret ediyor. Dolayısıyla uyanması beklenen Neo işte bu gerçeğe uyanacaktır. Yaşadığı hayatı sorgulayacak ve gerçeğin bildiği gibi olmadığını görecektir. “Wake up Neo” ile verilmek istenen mesaj Neo’nun uykudan uyanması değil gerçek dünyayı görmesini, gerçekte olup bitenin farkına varmasını sağlamaktır. İzleyici için verilen mesaj ise yaşadıkları hayatı sorgulamalarıdır. Dolayısıyla film herkes için bu “wake up”mesajını vermeye çalışmaktadır. "Wake up, Neo. The Matrix has you (Uyan Neo. Matrix seni esir etti". Sorgulanması gereken şey "esaret" olarak neyi anlıyorsak odur. Esir miyiz değil miyiz? Belki öyle belki değilizdir. Eğer değilsek o zaman sorgulanması gereken şey de ortadan kalkar. Peki diğer seçeneği düşürsek herkes için "wake up" zamanı geldi demektir.

---
Filmdeki dövüş sahneleri için oyuncular aylar süren eğitim almışlardır. Youtube'da aradığınız zaman 1997 yılından dövüş sahneleri için çalışan oyuncuların görüntüler var. Bu demek oluyor ki senaryo 95-96 hatta 94’de hazır. Ama filme şirket bulamayan Wachowski kardeşler, Avustralya’da dededen kalma ne kadar tarım arazisi varsa satmak zorunda kalırlar. Buraya kadar okuduklarınızın tamamı filmin yüzde biri değil, binde biri değil, hatta on binde biri bile değil olsa olsa anca yüz binde biridir. Bu sadece girişsel bir yazıdır. Bu okuduklarınız anca size kapıyı açar. Oradan içeri girmek sizin elinizde. Tüm bunların okuyarak yolu buldunuz. Yolda yürümeye henüz başlamadınız. Bitiş çizgisi ufuktan daha ötede.

 Not: Bu yazı 3 filmin genelini anlamak adına basit bir giriş yazısıdır. İlk filmde Neo'nun Kahin'i görmeye gittiği evde kapının üzerinde yazan "kendini bil" deyişinden, Morpheus'un rüya tanrısı olmasından, gemisinin adı olan Nebukadnezar'dan, Zion'dan (kurtarılmış toprak, cennet), ikinci filmdeki Fransız'ın (Frenchman-The Merovingian) açıkladığı cause and effect - sebep ve sonuç prensibinden, onun daha önceki bir seçilmiş kişi olmasından, karısı Persephone’den ve yine aynı filmdeki Anahtarcı'dan, Neo'nun arafta kalmasından (filmde Neo'nun metro istasyonu gibi bir yerde uyanıp kendini bulmasıyla başlar) gibi başka hususlardan bahsetmedik. Zaman içinde tek tek bunları bu yazıya eklemeyi düşünüyorum. Hele ki Sokrates’in filmdeki yerinde hiç bahsetmedim bilerek, çünkü değinip çıkmak olmazdı uzun uzun yazmak gerekiyordu. Film Sokrates, Platon, Descartes iyice bilinmeden Hristiyan öğretisinden az çok haberdar olunmadan, sosyoloji ve felsefeden dem vurmadan az çok nihilizm bilinmeden tam anlamıyla anlaşılamaz. Elbette filmin daha daha iyi anlaşılması için ileri seviye okumalar yapmak gerekiyor ki bu da baya zaman alacak bir hadise. Sadece değinip çıkmayayım daha sonra uzunca yazayım dediğim birçok şey var. Filmde bırakın her cümleyi, her cümledeki kelimeler dahi özenle seçilmiş, hiçbir sahne öylesine çekilmemiş, müthiş bir bilgi birikimi ve inanılmaz bir anlatımla sunuluyor her şey. Tezlere konu olmuş ve dünya çapında tartışılan ve üzerine görüş belirtilen bu film için bu yazı çok basit bir genel çerçevedir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder