Postyapısalcılık, Postmodernizm ve Küreselleşme
Postyapısalcılık
Bu başlık altında postyapısalcılıktan bahsetmeden önce yapısalcılığın ne anlama geldiği üzerinde durulması faydalı olacaktır. Yapısalcılık, açıkça yapılar üzerine odaklanmayı içerir ancak burada yapı ile kastedilen yapısal-işlevselcilerin ilgi gösterdikleri yapı ile aynı değildir. Onlar toplumsal yapılarla ilgilendikleri halde post yapısalcıların öncelikli ilgisi dilbilimsel yapılardır. Birçok toplum bilimcinin odak noktası Habermas’ın iletişimle ilgili eserlerinde ve bazı etnometodologların konuşma çözümlemelerinde olduğu gibi toplumsal yapıdan dile kaymıştır. Postyapısalcılığa geçişim tan ve net olarak ne zaman olduğuna dair kesin bir saptama yapmak mümkün olmamakla birlikte, Jacques Derrida’nın yapısalcıların, özellikle dilbilimsel dönüşü izleyenlerin ve insanları, dilin yapısı tarafından kısıtlanmış olarak görenlerine aksine, dili özneleri kısıtlamayan “yazı”ya indirgemesiyle postyapısalcılığa geçişin gerçekleştiği söylenebilir. Üstelik yapısalcılar dil sistemi içinde düzen ve istikrar görürken Derrida, dili, düzensiz ve istikrarsız olarak görür (Ritzer, 2012: 470-73).
Bu bağlamda, yapısalcılıktan postyapısalcılığa geçişte önemli noktanın dilin insanlar üzerindeki kısıtlayıcı etkisinin ortadan kaldırılması olduğu görülmektedir. Yapısal işlevselcilerin üzerine eğildiği toplumsal yapıların aksine, sosyolojide yapı olarak dilbilime ağırlık verilmesi, özellikle Garfinkel gibi etnometodologların çalışma alanı olarak gördükleri günlük yaşamda dil ve konuşma üzerine eğilmeleriyle zemin bulmuştur. Ancak yapısalcılar dilin, birey üzerinde şekillendirici ve bir o kadar kısıtlayıcı gücü olduğunu dile getirirken, Derrida ile başlayan postyapısalcılık dilin bu iktidarına son verilmesine, bireyi kısıtlamamasına vurgu yapmaktadır. Esasen bu durum, bir bakıma yıkıcı ve yapı parçalayıcı bir görüşü ifade etmektedir ve postmodernizmin temelini hazırlamaya olanak sağlamıştır.
Postmodernizm
Postmodernizm kelime anlamıyla ele alındığında modernizmden sonra gelen bir toplum türünü nitelemektedir. İçeriksel olarak ancak modernizmin ne olduğunu bildiğimiz zaman kavranabilir. Modernizmin neye karşılık geldiğini tasavvur edebilirsek postmodernizm söylemi kabul veya reddedilebilir. Modernite bilimsel görüşle doğa bilimlerinin bilme biçimiyle bağlantılandırılır. Bir başka görüş ise moderniteyi aydınlanma ile bağdaştırır ve başlangıç olarak 18. yüzyılı ele alır. Bu bakımdan, 17. yüzyıl rasyonalizmi modernizmin merkezi olarak görülebilir (Richter, 2012: 227-29).
Modern bilim, duygusal düzlemi rahatsız edici bir faktör olarak görür; duyguları kontrol altına almayı ve değer yargılarından bağımsız olmayı benimserken, modern bakış açısına göre kaygılandırıcı olan bu hususlar tekrar bilimsel araştırmanın bir parçası haline geldiler. Daha somut olarak ifade edecek olursak, değerlere bağlı tavırlar ve duygular, kendilerini yeniden kabul ettirdiler. Postmodern bir bilimin esas vazifesi bu insani boyutlar için uygun bir alan açmaktır. Bilim için bu, artık sadece rasyonalite ile yetinilemeyeceği ve toplumun diğer düzlemlerinin de dikkate alınması gerektiği anlamına gelir (Richter, 2012: 231).
Postmodern teriminin ne anlama geldiği ile ilgili varılmış bir uzlaşı bulunmamaktadır. Dile getirilen birçok farklı görüş etrafında bir belirsizlik ve anlam karmaşası mevcut olduğundan postmodernlik, postmodernizm ve postmodern toplum kuramı terimleri arasında ayrım yapılması anlaşılabilirliği sağlamak adına faydalı olacaktır. Postmodernlik, genellikle modern dönemi izlediği düşünülen tarihsel bir döneme, postmodernizm, modern kültürel ürünlerden farklılaşan kültürel ürünlere (sanat, sinema, mimari vb.) ve postmodern toplum kuramı, modern toplum kuramından farklı olan bir düşünme biçimine işaret eder. Böylece postmodern, yeni bir tarihsel dönemi, yeni kültürel ürünleri ve toplumsal dünyayla ilgili yeni bir kuramlaştırma tipini kapsar. Bu kavramlardan ilki olan postmodernlik ile ilgili olarak, modern dönemin sona ermekte olduğu veya sone erdiği ve yeni bir postmodernlik çağına girdiğimiz şeklinde yaygın bir inanç vardır. İkinci kavram olan postmodernizm, içinde postmodern ürünlerin, modern ürünleri devre dışı bırakarak yerine geçme eğiliminde olduklarının ileri sürüldüğü kültürel alanla ilişkilidir. Üçüncüsü ve sosyoloji açısından daha ilgili olan postmodern toplum kuramının ortaya çıkışı ve onun modern toplum kuramından farklılıklarıdır. Modern toplum kuramı, toplum çözümlemesi ve eleştirisi için evrensel, tarih dışı, rasyonel bir temel aramıştır. Postmodern düşünce bu temelciliği reddeder ve göreli, akıl dışı ve nihilist olma eğilimi gösterir. Benzer şekilde postmodernistler, bir büyük anlatı veya bir meta anlatı fikrini reddederler. Bu bakımdan, postmodern toplum kuramı, genel olarak meta anlatıların özel olarak sosyolojideki büyük anlatıların reddedilmesini temsil eder (Ritzer, 2012: 485-488)
Postmodern teriminin içeriğine dair anlam kargaşasına vurgu yapan Featherstone (2013: 23) benzer bir şekilde terimler arası ayrıma giderek konuyu daha anlaşılır kılmaktadır. Modernlik-postmodernlik, modernizm-postmodernizm ve modernleşme-postmodernleşme şeklinde ayrıma giden Featherstone öncelikle modernlik-postmodernlik ayrımı için terimlerin belirli devirlere gönderme yaptığını ifade eder ve modernliğin genellikle Rönesans’la ortaya çıktığının savunulduğunu dile getirir. “Modernlik” teriminden bugün anladığımız şeyin büyük kısmını türettiğimiz, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı Alman sosyoloji teorisinin bakış açısından ele alındığında, modernlik geleneksel düzenle karşıtlık içerisine konulur ve toplumsal dünyanın adım adım iktisadi ve yönetsel olarak rasyonelleşmesi ve farklılaşmasına işaret etmektedir. Bu açıdan bakıldığında postmodernlik, kendine özgü örgütleyici ilkelere sahip yeni bir toplumsal totalitenin ortaya çıkışını içeren bir çağ değişikliğini ya da modernlikten kopuşu ileri sürmek anlamına gelir. Modernizm-postmodernizm terimlerinde ise kültürsel ögelerin ön plana çıktığı görülmektedir. En kısıtlı anlamıyla modernizm, 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan ve son zamanlara dek çeşitli sanatlarda başatlık kuran sanat hareketleriyle ilintilendirdiğimiz üsluplara işaret eder. Postmodernizm, terimsel olarak sanatsal kullanımı ifade eder ve mimari, görsel sanatlar ve sahne sanatlarında yaşanan modernizmin ötesine geçen hareketi temsil eder (Featherstone, 2013: 67).
Erbaş (2005) ise terim olarak “modernite” ve “postmodernite” farklı tarihsel koşullara/durumlara işaret ettiğini, “modernizm” ve “postmodernizm”in bu farklı durumları bilme anlama anlayışlarına, yani bilim yapma anlayışlarına, epistemolojosine işaret ettiğini ifade etmektedir. “Modernleşme” ve “postmodernleşme” ise koşulların değişim sürecine işaret etmektedir. Bu anlayışın ilk çıkış yeri farklı bir mekan kavrayışı ile şekillenen dolayısıyla da modernist sanat biçimleri ve pratiklerinden kopan mimari, edebiyat, resim vb. sanat alanlarında yeni bir anlayışa postmodern kültür biçimlerinin işaretleri olarak başlamıştır. Postmodernist sanat, düzensiz tesadüfen bir araya gelmiş nesnelerden oluşan bölük pörçük ve ekletik olan popüler kültürü temsil eden bir anlam taşımaktadır. Bu anlayış izleyen yıllarda sosyal bilimlere yansımıştır. Sosyal bilimlerde ve sosyolojide temelde klasik sosyolojide ve dilbilimsel yapısalcılıkta kabul edilen pozitivist anlayışa bir karşı duruşu simgeleyen bu anlayış daha çok dilbilimsel post-yapısalcılık etrafında şekillenir (Erbaş, 2005).
Tüm bunları değerlendirdiğimizde, modern toplum kuramının 20. yüzyılın başından 1950’li yıllara kadar yapısal problemlerle ilgilendiğini daha sonraları ise kişiler arası etkileşimler üzerine eğilim olduğunu görmekteyiz. Yapısal işlevselciler modern toplumun uyum ve ahenk içinde bir bütün olduğunu savunmaktayken, 1950 ve özellikle 1960’lı yıllarda Amerikan toplumunda yaşanan kargaşa ve farklı grupların çatışmaları işlevselcilerin denge ve uyum içinde gördükleri toplum düzeninin sorgulanmaya başlaması ile sonuçlanmıştır. 1940’lı yıllardaki modern kuramlar orta sınıf üzerine çözümlemeler içermektedir. Çünkü orta sınıf, belli sınırlar içinde yaşayan ve nispeten istikrarlı bir topluluğu ifade etmenin yanında toplumun büyük çoğunluğunu oluşturmaktadır. 1980’li yıllara gelindiğinde ise, toplumun işleyişi, devlet toplum ilişkisi ve bireylerin hayatında yaşanan gelişmeler yeni bir tarihi döneme girildiğine işaret etmiştir.
Bu bağlamda, postmodern terimi “modern”den sonra gelen ve “modern”e karşı bir anlam barındırmaktadır. Modern dönemin kendinden önceki döneme tepki olması gibi postmodern dönemde modern döneme bir tepki olma niteliğindedir. Postmodern dönem, modern dönemin dayattığı sınırlara ve kalıplara karşı çıkılan bir evredir. Modern dönemin, bireyin varlığının genelleştirildiği, duygusu ve özne olarak mevcudiyetinin yadsındığı bir evre olmasının aksine postmodern dönem bireyin ön plana çıkarıldığı bir evredir. Bu bakımdan, postmodern terimi modern’e meydan okuma, modern’e karşı bir itiraz ve karşı duruşu ifade etmektedir.
Diğer taraftan, postmodernlik pozitivizmin kalıplarına da karşı gelmektedir. Modern toplum kendi sorunlarına rasyonel çözümler bulup, bu çözümleri evrensel sayarken, postmodern toplumlarda hiçbir sorunun tek bir çözümünün olmadığı şeklinde bir görüş hakimdir. Bu bakımdan, modern toplum kuramında ifade edilen rasyonel ve evrensel çözümlemelerin aksine postmodern toplum kuramı daha yerel düzeyde çözümlemelere ve rasyonaliteden ayrılarak olaylara eğilme durumundadır.
Modern dönem, rasyonel zihniyetin hakim olduğu ve araç rasyonalite düşüncesi etrafında eldeki araçlardan amaca ulaşmaya çalışılan bunu yaparken de değer yargılarından arınmanın gerekliliğine vurgunun yapıldığı bir evredir. Böyle bir bilimsel yöntem yani araçların bir amacı gerçekleştirmek için kullanılması duygu ve değerlerin amaca ulaşmada zararlı olduğunu savunmaktadır. Karşılaşılan sorunların her biri için rasyonel bir çözümün olduğu ve amaç rasyonalite yoluyla bu sorunların çözülebileceği düşünüldüğünden, değer yargıları ve duygusal etmenler çözümün gerçekleşmesinde negatif etkiye sahip olarak görülmüştür. Postmodern düşünce ise, modernin tersine her problemin çözümünde rasyonelliğin mümkün olmadığını, ahlaki tutumlar ile değerlerin dikkate alınması gerektiğini savunmaktadır. Bu bakımdan postmodern evrede, rasyonel zihniyet etrafında yapılan deneysel çalışmalara yer verilmemektedir.
Postmodernlik, sorunların çözümü için tek ve mutlak bir yolun varlığını kabul etmez. Modernlikte ise bunun tam tersine, her sorunun çözümü için rasyonel bir yol vardır ve düzen bu şekilde sağlanarak kesinlik ve mutlakıyet elde edilir. Bunun aksine postmodernlik, dağınıklık ve bir şeyin farklı kategorilere ait olabileceği, farklılıkların yan yana durabileceği bir yolu makul karşılamaktadır. Bu nedenle de birbirine aykırı düşen ilkelerin postmodern evrede yan yana durması normal görülmektedir. Bu durumda, postmodernliğin çeşitlilik, farlılık, farklı kültür ve bu farklılıklara hoşgörüyü barındırdığını görmekteyiz.
Bu bağlamda Richter (2012: 233-37), postmodern yaşamı müphemlik ile yaşam olarak ifade etmektedir. Bu kavram, her şeyin birçok kategoriye dahil edilebileceği manasına gelmektedir. Modernizmde düzeni sağlamak, müphemliği ortadan kaldırmak, net bir düzenleme yapmak ve bir kesinlik oluşturmak istenmiştir. Aksine müphemlik, toplumda farklı kültürlere izin vermek ve zorla bir toplumu entegre etmemek gibi bir anlam da barındırmaktadır. Bu tarz çoklukta yaşamak ve onu sahiplenmek önemli bir fazilet olan hoşgörüyü talep eder. Başkalarının farklı olma hakkına riayet edilir. Ayrıca Richter (2012: 240) modernizmde işlevsel olarak farklılaşan, birbirlerinden ayrılan ve ayrıştırılan ne varsa (örneğin bilim ve ahlak, sanat ve bilim) bunların postmodernizmde tekrar bir araya getirildiğini belirtmektedir. Fakat bu sürecin sistemsiz bir çözülme ve parçalanma şeklinde olmadığını ifade etmektedir.
Postmodernliğin en önemli yanı, tek bir tutarlı akılsallık (rationality) olabileceğini veya gerçekliğin kesinlikle gözlemlenebilecek ya da anlaşılabilecek birlikli bir yapısı olduğunu reddetmesidir. Bunun yerine, gerçekliğin heterojen ve çoğulcu tabiatını, konunun ve insan bilincinin değişken yapısı vurgulanır. Bunun sonucunda, parçalanmış, çeşitlenmiş ve dağınık bir tutarsız çerçeve içinde yaşamakta olduğumuz savunulur. Bu, neyin doğru veya doğru olmadığı hususunda aşırı bir görelilik demektir ve kuramların akılsal, evrensel bilim ilkelerine göre test edilebilir olduğu fikrini reddetmektir (Wallace ve Wolf, 2013: 439)
Erbaş’tan (2005) alıntılayarak modernite-postmodernite ayrımında dile getirilen farklı görüşlerin üç kategoride sıralandığını görebiliriz. Buna göre;
1. Moderniteden bir kopuş olarak postmodernite: Postmoderniteyi moderniteden farklı yeni bir evre olarak diğer bir deyişle moderniteden bir kopuş ve dolayısıyla da kapitalizmden farklı bir dönem olarak görenlerin başında Lyotard gelmektedir. Postmodernist anlayışın öncüsü olarak değerlendirilen Lyotard modernizmin totalleştirici kuramlarının ve özgürlük, eşitlik, adalet, evrim, rasyonalizm, devrim gibi büyük ideallerin anlamını yitirdiği bir durumun adı olarak “postmodern durum”u kullanılır.
2. Moderniteden bir kırılma olarak postmodernite: Postmoderniteyi, moderniteden bir kesin kopuş değil, kırılma olarak, yani kapitalist toplumun gelişmesindeki bir aşama olarak gören düşünürler mevcuttur. Bu anlatışa sahip olan düşünürler tarafından da postmodernizm kapitalizmin yeni aşaması “geç kapitalizm” veya “postmodern kapitalizm” olarak görülür.
3. Modernite-postmodernite ayrımının reddi: Bir grup düşünür ise günümüzü yeni bir evre ya da kapitalizmin yeni bir aşaması olarak görmezler ve bu nedenle de moderninte-postmodernite ve türevleri ayrımını reddederler. Bu nedenle de yeni bir sosyal bilim anlayışı arayışı yerine modern olarak adlandırılan bilim-sosyal bilim yapma anlayışını sürdürürler.
Sıklıkla modernizm pozitivist, teknoloji merkezli ve rasyonalist olarak değerlendirilir. Bu nedenle de doğrusal gelişmeye ve mutlak doğrulara inançla, toplumsal düzenin rasyonel biçimde planlanması ve bilgi ve üretimin standartlaşmasıyla özdeşleştirilir. Postmodernite ise tam tersine, kültürel söylemin yeniden tanımlanmasında heterojenliği ve farklılığı özgürleştirici güçler olarak öne çıkarır (Erbaş, 2005).
Modern ve postmodern sosyoloji arasındaki temel farklara baktığımızda, yapı-birey önceliği sorunsalı açısından modern sosyolojinin yapıyı, postmodern sosyolojinin ise daha çok bireyi öne çıkardığını görmekteyiz. Modern sosyolojide toplumsal yapı analizi egemen olurken, bu yapı daha çok ilerleme, sanayileşme, değişim ve dönüşüm kavramları aracılığıyla analiz edilmiştir. Postmodernist anlayışta ise, tarih ya durdurulmakta ya da mekanın önemi vurgulanarak tarihin dışlanmasına gidilmektedir. Postmodernizmin temel özelliği modernizmin tarihe vurgusunun mekana/yerele ve somut olana bırakılmasıdır. Bu özelliğinden dolayı da zaman/tarih ve değişme kavramları yerine somut olanı ve görüneni koymaktadır. Bu özellik onu bireye/tikele ve görele yöneltmiştir. Bu yöneliş onu farklılık ve kültürel kimlik tartışmalarının alanına hapsetmiştir. Görecelik/rölativizm nedeniyle de kuram oluşturmaya ve dolayısıyla da bilime karşıdır (Erbaş, 2005).
Evrenselcilik vurgusundan hareket eden modernist bilim anlayışı benzerliklerden yola çıkarak bilim yapma anlayışını benimserken; postmodernist bilim anlayışı yerellik vurgusundan hareketle farklılıklar üzerinden yükselen bir bilim yapma yolunu/paradigmasını benimsemiştir. Bu değişim, akademik ve toplumsal düzlemde belirli sonuçlara yol açmıştır. Akademik düzlemde inceleme birimi olarak yapılar ya da toplumlar yerini daha yerel topluluklara ve bu topluluklardaki bireysel/kültürsel kimliklere bırakmıştır. Bu yönelim sonucunda sosyoloji yapısal ve tarihsel sorgulamalar yerine gündelik yaşam pratiklerinin ötesine geçmeyen dolayısıyla da sığ çalışmalara yönelinmiştir. Bu çalışmalar daha çok kültür ve kimlik ekseninde şekillenmiştir. Sonuçta postmodernist bir sosyal bilim anlayışının modernizme dolayısıyla da pozitivizme karşı oluşu nedeniyle, sosyal bilimin ve sosyolojinin bilim olma özelliğinin yok olmasına yol açtığı görülmektedir. Yerelliğe vurgu ve küçük anlatılarla parçalanmış, bölük pörçük pek çok çalışma olmasına karşın, toplumu bir bütünsel yapı olarak kavrayabilme yönünde bir gelişme kaydedilememiştir. Bütün bu söylenenler ışığında, postmodern anlayışla yapılan sosyolojide toplum yerine bireysel/tikel çözümlemelere önem verilmekte ve bu nedenle de parçalanmışlık/çeşitlilik bir zenginlik olarak sunulmaktadır. Birey vurgusunun, öznelliğin ve dolayısıyla da sosyal bilimin bilim olma nosyonunun sonunun geldiği ve sosyal bilimin “büyük anlatıları” terk etmesi ve bunun yerine “küçük anlatı”larla sosyal bilimin yapılması gereği vurgulanmaktadır (Erbaş, 2005).
Küreselleşme
Küreselleşme, pratiklerin, ilişkilerin, bilincin ve toplumsal yaşamın örgütlenişinin dünya çapında yayılmasıdır. Neredeyse, her ulus ve dünya genelindeki milyarlarca insanın yaşamı, küreselleşme tarafından sık sık çok çarpıcı bir şekilde dönüştürülmektedir. Küreselleşme kuramı, toplum kuramının içindeki bir dizi gelişmenin, özellikle modernleşme kuramı gibi erken bakış açılarına tepkinin bir sonucu olarak doğmuştur. Bu kuramın, Batı yanlılığı, Batıdaki gelişmelere yüklenen üstünlük ve dünyanın geri kalanının giderek daha fazla Batıya benzemenin dışında çok az seçeneği olduğu şeklindeki fikir, onun tanımlayıcı nitelikleri arasında olmuştur (Ritzer, 2012: 441).
Küreselleşme, kültürel, ekonomik, politik ve kurumsal olarak çözümlenebilir. Her çözümleme tipi için farklılık, homojenliğin mi yoksa heterojenliğin mi arttığının düşünüldüğüdür. Kültürün küreselleşmesi bir uç içinde ortak kodların ve pratiklerin uluslar üstü yayılması (homojenlik) ya da içinden birçok küresel ve yerel kültürel girdinin etkileşime geçtiği bir süreç veya çeşitli kültürel melezlere yol açan bir karışım (heterojenlik) olarak görülebilir. Homojenlik, doğrultusundaki süreç, sıklıkla, belirli bir kültürün çok çeşitli başka kültürler üzerindeki etkisiyle, kültür emperyalizmi ile ilişkilendirilir. Bununla birlikte, küresel olanı yerel olanla etkileşim içinde gören ve bu etkileşime “küreyerel” adı veren düşünürler de bulunmaktadır. Küreselleşme için ekonomik etmenler üzerine odaklanan kuramcılar ise, bu etmenlerin dünyada giderek artan önemini ve homojenleştirici etkisini vurgulamaya eğilim gösterirler. Onlar küreselleşmeyi neoliberalizm, kapitalizmin ve pazar ekonomisinin dünyanın birçok farklı bölgesinde yayılması olarak görürler. Son olarak siyasal/kurumsal yönelimler ya homojenliği ya da heterojenliği vurgulama eğilimindedir. Örneğin bu alanda homojenleşme bakış açısıyla çalışanların bazıları, ulus-devlet modellerinin dünya çapında yayılışı ve yerkürede baştan sona benzer yönetim biçimlerinin ortaya çıkışı üzerine odaklanır (Ritzer, 2012: 442).
Görüldüğü üzere, küreselleşme üzerine düşünceler ekonomik, kültürel ve siyasal anlamda homojenlik ve heterojenlik bağlamında çözümlemelere yer vermektedir. Kültürel bakımdan daha çok Batı kültürünün diğer kültürler üzerinde egemen etkisiyle yöresel niteliklerini koruyan kapalı kültürler dünya üzerinde giderek azalmaktadır. Kültürel açıdan Batının özelde de ABD’nin bu etkisi karşısında, yerel topluluklar tamamen dışa kapanık ve korumacı bir şekilde içe dönük olarak kendi yöresel kültürlerini sürdürmekte veya tamamen küresel rüzgarın etkisine kapılarak kendi öz kültürlerini terk edebilmektedir. Bunun yanında, öz kültürel niteliklerini kaybetmeyerek Batı kültürüyle etkileşen ve bir bakıma iç içe geçen topluluklarda mevcuttur. Ekonomik olarak, serbest piyasa ekonomisinin dünya genelinde ülkelerin sayıca çoğunluğu tarafından benimsenmiş olması ortak bir pazar ve ticaret anlayışını beraberinde getirmiştir. Özellikle soğuk savaşın sona ermesi ve iki kutuplu dünya düzenin bitmesiyle, ülkelerin ekonomik bakımdan entegrasyonu sınırların bir anlamda kaldırılmasını ve küresel ekonomik bir düzenin vücut bulmasını sağlamıştır. Son olarak siyasi yönetim bağlamında, 20. yüzyılın başından itibaren ulus-devletlerin meydana geldiği görülmektedir. Esasen bu durum, sanayileşme sonrası milli devletlerin kurulmasının adeta bir zorunluluk olmasının sonucudur. Küreselleşme ile birlikte milli devletler bir dönüşüm sürecine girmiştir. Bu süreç milli kimliğin ve yerel aidiyetlerin terk edilmesine etki ederken milli kimliği ve devleti ortadan kaldırmış değildir. Geldiğimiz çağ itibariyle ise küreselleşmeden etkilenmemek ve kendi içine kapanık, dışarıyla bağlantısız bir toplum anlayışı mümkün değildir. Milli devletlerin oluştukları dönemlerdeki misyonları tamamen kaybolmasa da değişikliğe uğramıştır. Bu durum, milli devletlerin var olma biçimlerinin de değişikliğe uğramasını gerektirmektedir. Devletler bu konuda radikal çözüm yollarına başvuracak olsa bile günümüz toplumlarının radikal çözümlere veya tedbirlere pek sıcak bakmayacağı aşikârdır. Milli devletlerin oluşumunda etkili olan homojen kültür altında ezilen veya asimilasyon politikalarına maruz kalan toplulukların küreselleşme ile birlikte milli devletler içinde nasıl hareket edecekleri muğlaktır. Bir ideoloji olarak milliyetçiliğin küreselleşme çağında kaçınılmaz olarak değişikliğe uğrayacağı görülmekle birlikte milletin ve milliyetçiliğin yok olmasının da olası gözükmediği belirtilmelidir.
Kaynaklar
Wallace, R. A. ve Wolf, A. (2013). Çağdaş Sosyoloji Kuramları: Klasik Geleneğin Genişletilmesi. (Çev. Leyle Elburuz, M. Rami Ayas). (Beşinci Baskı). Ankara: Doğubatı Yayınları
Ritzer, G. (2012). Modern Sosyoloji Kuramları. (Çev. Himmet Hülür). Ankara: De Ki Basım Yayın. (Eserin orijinali 2000’de yayımlandı)
Richter, R. (2012). Sosyolojik Paradigmalar. (Çev. Necmeddin Doğan). (Birinci Baskı). Ankara: Küre Yayınları. (Eserin orijinali 2001’de yayımlandı)
Erbaş, H. (2005). Çağdaş Sosyoloji Ansiklopedisi
Featherstone, M. (2013). Postmondernizm ve Tüketim Kültürü. (Çev. Mehmet Küçük). (Üçüncü Baskı). İstanbul: Ayrıntı Yayınları, (Eserin orijinali 1991’de yayımlandı),
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder