Apocalypse Now (ülkemizdeki
adıyla Kıyamet) Francis Ford Coppola'nın John Milius ile birlikte yazdığı ve
kendisinin yönettiği, bana göre hiçbir zaman sonu olamayacak olan yani
bitmeyecek olan bir filmdir. Bu filme Coppola’nın ruhu ya da isterseniz
bunu aura olarak adlandırın tamamen nüfuz etmiş durumdadır. Aşağıda eklediğim resimlerin kendilerinden önceki veya sonraki paragrafla bir bağlantıları yoktur. Sadece filmden kesit olsun diye eklenmiştir.
1960'ların sonuna yaklaşılan dönemde John Milius senaryoyu yazmaya başlar ve 1969'da yazım işini bitirir. Milius'un arkadaşı George Lucas filmi 1,5 milyon $ bedelle yapmayı düşünür ancak fon bulamazlar ve o iş öylece kalır. Zaten o dönemde Hollywood yeni bir "decade"e girilirken Vietnam Savaşı'na dair filmler çekmek istemez. 70'lerde filmi Coppola'nın şirketi satın alır ve 1975'de Coppola filmi yapmak istediğinde artık Lucas, Star Wars ile ilgilenmektedir ve onu hazırlamaktadır. Bu nedenle, Coppola kendisi filmi yönetmeye karar verir. Başroldeki karakter Captain Willard (Yüzbaşı Willard) için Coppola, Al Pacino ile çalışmak ve onu oynatmak ister ancak, Al Pacino "ben beş ayımı Filipinler’de bir bataklıkta geçiremem" diyerek filmde başrol oynamayı reddeder. İleride yaşananlara bakacak olursak bu öngörünün de ötesinde şeyler olur. Aslında birçok problemle karşılaşılmasa belki 1976 veya 77 gibi bitebilecektir film.
Yüzbaşı
Willard için Al Pacino oynamayınca onun yerine anlaşılan
Harvey Keitel bir süre sonra kovulur ve sonrasında Martin Sheen ile anlaşılır. Keitel ile
çekilen bölümler tekrardan Sheen ile çekilir. Filmin çekim yeri olan Filipinlerde
bir tayfun film setini vurur ve çok ciddi zarar vererek uzun bir süre
çekimlerin gerçekleşmesini engeller. Sonrasında, Sheen bir kalp atağı geçirir
ve bir süre çalışamaz. Yine de Coppola onun yokluğunda filmi çekmeye devam eder
ancak bu durum işleri yavaşlatmıştır. Ayrıca, Sheen döndükten sonra Coppola,
geçirdiği bu rahatsızlık nedeniyle Sheen’i çok yormak istemez ve bu nedenle
Willard karakterini çoğunlukla oturur, uzanır vaziyette yani pasif görürüz. Bazıları "Sheen bu rolde çok pasif kaldı, hakkını veremedi" derler ama
adam ne yapsın kalp krizi geçirmiş ve sonrasında da Coppola onu yormak
istememiştir. Gelelim Brando ile Coppola'nın yaşadığı sorunlara. Filmi bir
bakıma sattıracak olan Marlon Brando'dur. Ancak, Coppola ve Brando filmin final
sahneleri için azımsanmayacak derecede tartışırlar ve final sahnelerinin bitimi uzun bir süre düzenlenemez. Brando göründüğü
sahnelerde boydan, tam ve net görünmez. Bunun nedeni o dönem itibariyle kilolu
olmasıdır. Sadece görünen kafa siluetinden bile rahatça anlaşılır bu durum film
içerisinde. Esasen Brando zaten son yarım saatte ortaya çıkar ancak, dönem
itibariyle filme gişe yaptıracak oyuncu Brando'dur. Başlangıçta 12 milyon $
olan bütçe 30 milyon $'a kadar çıkar. Filmi izlerken yüksek bütçeli olduğu
gözden kaç(a)maz zaten, şu an bile çekilse çok yüksek rakamlar olmadan mümkün
değil ki Coppola'nın neredeyse şahsi servetini tükettirecek bir film olmuş ama
iyi ki de çekmiş. Bahsettiğimiz zorluklar akabinde çekimler toplamda 16 ay
sürer ve 3 yıl da filmin montajı sürer. O nedenle ancak 1979’da film gösterime girer.
Yaşanan bu zorlukları biraz sonra aşağıda anacağımız “Heart of Darkness” isimli
kitap ile aynı adı taşıyan bir belgesel çekerek anlatırlar. Bu belgeselin
dışında, Coppola’nın karısı Eleanor Coppola’nın günlük şeklinde tuttuğu notlar
ve sinema eleştirmeni Peter Cowie tarafından yazılan ve filmin
yapım sürecini anlatan “The
Apocalypse Now Book” adında bir kitap bulunmaktadır. Filmle ilgili başka bir
mesele ise Orson Welles’in 1939’da Heart of Darkness kitabını filme çekmek
istemesi ancak stüdyoların maliyet yüksek diyerek bunu reddetmesidir. Welles bu
reddediliş sonrası, Citizen Kane (1941) filmini çeker. Kadere bak, belki Welles
Heart of Darknness’i bu kadar iyi uyarlayamayacaktı ve üstüne üstlük Citizen
Kane’den de mahrum kalacaktık. Neyse, Apocalypse Now 1979’da Cannes Altın Palmiye ödülü ve 2 Oscar (en iyi ses ve en iyi sinematografi) ödülü alır.
Film, The Doors'un The End isimli şarkısıyla başlar ve yemyeşil tropik bir orman atılan bir napalm bombası sonrası yanmaya başlar. Bu napalm bombalarına dair filmde repliklerde yer verilecektir. Yüzbaşı Willard, Vietnam Savaşı devam ederken Saigon'da (şehrin şuan ki adı Ho Chi Minh) bir otel odasında kendi halinde adeta kafayı sıyırmaktadır. Bir süre kahramanımızın psikolojik durumunu bizlere gösterilir. Bu kafa sıyırmanın nedeni boşta kalma ve kendisine görev verilmemesidir yani bir bakıma kahraman görev beklemekte, harekete geçmek istemektedir ki böylelikle dört duvar arasından kurtulabilsin. Ardından kahraman göreve çağrılır. Bu göreve çağrılma kahramanın yolculuğunun başlamasıdır ve bu şekilde Campbell'in Kahramanın Sonsuz Yolculuğu döngüsü de harekete geçmiş olacaktır. Willard'ın üstleri olan Albay Lucas (Harrison Ford) ve General Corman (G.D. Spradlin) bizim yüzbaşıya görevi tebliğ ederler. Görev, başarılı ve göz kamaştırıcı bir kariyeri olan Albay Kurtz'un yoldan çıktığı ve Kamboçya'da ilkel yaşamı sürdüren yerel halka lider olduğu ve vahşi metotlar kullanması nedeniyle öldürülmesi gerektiğidir. Filmde Willard'ın kendi ifadesiyle Kurtz'un "terminate" edilmesi gerekmektedir.
Yüzbaşı bir Amerikan devriye botuyla hareket edip nehir boyu yol alarak Kurtz'un kendi egemenliğini bir bakıma krallığını kurduğu bölgeye varacaktır. İşte tam burada karşımıza Joseph Conrad'ın Heart of Darkness isimli kitabı çıkar. Kurtz ismi ve medeniyetten ilkelliğe giden bu yolculuk Conrad'ın bahsettiğimiz hikayesinden esinlenilmiştir. Yol boyunca Yüzbaşı Willard kendisine verilen ve "confidential" olan bir dosyadan Kurtz hakkında sürekli bir şeyler okur; eğitimi, mektupları, talepleri, görevleri vs. Tabi "confidential" durum nedeniyle bunları bot personeliyle asla paylaşmaz ve onlara bir bilgi vermez. Sürekli bize vurgulanan mümkün olabilecek (hatta olamayacak) en ileri seviyede Kurtz'un ideal bir kariyere ve başarıya sahip olmasıdır. Willard, sürekli acaba neden Kurtz her şeyi bırakıp da ilkel bir topluluğun neredeyse taptığı bir tanrı olmayı yeğlemiştir sorusunu kendi kendine sormaktadır. Conrad'ın hikayesinde 19. yy Afrikasının koloni döneminde bir avcının nehir boyu yolculuk yaparak Kurtz isimli birini bulması anlatılır. Film bu hikayenin gevşek derecede bir uyarlaması denebilir en fazla. Çünkü Cappola ve Milius geniş ölçekli bir helikopter atak saldırısı, yolculuk esnasında yüzbaşının olduğu botun rutin bir devriye faaliyeti olan bir Vietnam botunu kontrol için durdurup araması esnasında bottaki tüm masum Vietnamlıların öldürülmesi ve yine yolculuk devam ederken karşılaştıkları Playboy kızlarının helikopterle gelmeleri vb. sahnelerle savaşın resmini farklı açılardan olağanüstü şekilde çizmişlerdir desek abartı olmayacaktır. Neyse, bizim yüzbaşı bot ekibiyle tanışır (elemanlardan biri de 17 yaşındaki Laurence Fishburne) ve nehir boyu bilinmeyene doğru yolculuk başlar. Tabi ki de kahramanın yolculuğu sınavsız olmayacaktır. Yüzbaşı ve bot ekibi, ilk önce Albay Kilgore (Robert Duvall) ile tanışır. (Böyle bir oyunculuğun karşısında yapabileceğimiz tek şey saygıyla selamlamaktır). Devam edelim, yüzbaşının Kilgore'a gitmesinin sebebi görev gereğidir. Botun yoluna devam edebilmesi için nehrin bir bölümündeki düşman unsurların ortadan kaldırılması gerekir ki bu işi de yaptıracak olan Kilgore'dur. Yüzbaşı kendi görevinden bahisle yardım ister ve Albay ilgili yerleri "temizler".
Kilgore karakteri, hem manyaktır ama bir o kadar da zekidir desek yalan olmaz. Kilgore geniş çaplı bir helikopter atağıyla ilgili bölgeyi temizlerken Wagner'in Ride of the Valkyries müziğini hoparlörden çaldırır ve bunu psikolojik etki için yaptığını söyler. Kilgore karakteri kafasındaki süvari şapkası ve boynundaki sarı kurdelesiyle John Ford'un western filmlerine gönderme yapar ancak karakteri benim için ve film için önemli yapan şudur: Albay Kilgore cesur (mermi ve havan topları yağdığı esnadaki davranışları) ve ilham veren bir liderdir ve Willard'ın görevi için nehrin ilgili bölümünü düşmandan ayırırken bir yandan da bunu kendi adamları dalgalarda sörf yapabilsin diye yapar. İşte bu bir Vietnamlının anlayamayacağı bir şeydir, bu bir kültür çatışmasıdır ve Amerikanlaşmadır. Adeta bize Amerikan askeri özelinde bir Amerikalının bir Vietnamlıyı neden anlayamayacağını ve aynı şekilde bir Vietnamlının da Amerikalıyı anlayamayacağı gösterilir. Saldırı sonrası bira içip et kızartıp gitar eşliğinde eğlenirler. Bunu yapmaktaki amaç askerlerin ev özlemini gidermeleridir. Ancak, Willard'ın Kurtz'a dair dosya içeriğinde Kurtz tarafından hazırladığı raporları okurken aktardıkları ve Willard'ın kendi iç sesi ile aktarılanlar, Amerikan kültürünün Vietnam savaş ortamına taşınmasının askerlere moralden ve özlem gidermekten çok daha da özlemlerini artırdığını gösterir. Kurtz, bir raporunda Vietnam'a getirilen askerlerin dörtte biri kadarı ile daha iyi bir sonuç alınabileceğini bunun adanmışlıkla gerçekleşebileceğini belirtir (Willard'ın Kurtz'a dair dosyadan okuduklarından). Helikopterle saldırı sahnesi gerçekçi bir sahne ve seyir zevki olan bir sahne. Bu sahneyi Coppola savaşın kötü ve gerçek (acımasız) yüzünü göstermek için mi çekti yoksa Amerikan ordusunu kötülemek için mi bilemem. Ama şundan eminim ki savaşın anlamsızlığını gösterme ana gayesi olmayan bu film, bu gayeyi amaç edinen birçok filmden çok daha iyi şekilde bunu gösterebilmiştir. Helikopterle saldırı sahnesi için Michael Ryan ve Melissa Lenos isimli yazarların Film Çözümlemesine Giriş adlı kitabında yoğun eleştiri var. Eleştirinin konusu Vietnamlı köylülerin kötü gösterilmesiyle ilgili.
Aynen kopyalıyorum: "Kurgu
sıklıkla tartışmaya açık ve ideolojik amaçlara hizmet eder zira sinemacıların,
film parçalarım birleştirip seyircinin karakterlerin içinde bulunduğu durumu
nasıl göreceğini belirleyen sekanslar yaratarak izleyici algısını biçimlendirmesine
imkan verir. Kıyamet (Apocalypse Now, 1979) , 1950'lerin ortalarından 1975'e
kadar devam eden Vietnam Savaşı'm muhafazakar bir bakış açısıyla ele alır. Savaş boyunca Birleşik Devletler komünizmin eşitlikçi ekonomik ideallerine kendisini adamış bir ulusal özgürlük
hareketinin ülkeye egemen
olmasını engellemeye çalışmaktadır. Birleşik Devletler'de savaşa
karşı olan ve bu savaşın gayri meşru olduğunu düşünen liberaller
ile savaşın kararlılıkla kazanılması uğruna daha fazla güç
kullanılması gerektiğini savunan muhafazakarlar arasında bir fikir çatışması ortalığı kasıp kavurmuştur. Pek çok
sivil Vietnamlı özgürlük hareketini
desteklemiş ve ABD ordusu da sivil halk üzerinde kıyım
uyguladığı için suçlanmıştır. 1968 yılında My lai'de birkaç yüz kadın, çocuk ve yaşlı insan, köyün erkekleri
Amerikalı işgalcilerle
savaşıyorlar diye katledilmiştir. Kıyamet küstahça bu kıyımları meşru göstermektedir.
Bu aksiyon sekansında ABD Hava Birliğine bağlı bir uçak
filosu bir köye saldırmaktadır. Sekans helikopterlerin gelmesiyle başlar. Ses
köylüleri uyarır ve köylüler, okul çocuklarından oluşan bir grupla birlikte
güvenli yerlere kaçmaya başlarlar. Fakat yönetmen Francis Ford Coppola,
izleyicilerin, köy hayatının bu görüntüsünün altında köylülerin Amerikan
askerlerine karşı kullanılacak ağır silahlara ait bir cephaneliği sakladığını
gördüğünden emin olmak ister. Vietnamlılar, bu şekilde hain ve iki yüzlü olarak
kodlanır. Bu köylüler birer sivil gibi görünmektedir fakat aslında düşman
askeridirler. Vietnamlıları hem sivil hem de asker olarak göstererek Coppola
sivillerin öldürülmesini haklı çıkaran temel savı desteklemek için uygun
koşullar yaratmaktadır.
Sekans başlarken bir Amerikan askeri yaralanır ve. film,
adamlarını her zaman kolladığını söyleyen komutana döner. Helikopterin yere
inmesini ve yaralı askere yardım etmesini ister. Bu durum Amerikalıları
birbirini destekleyen iyi karakterler olarak kodlar. Helikopter yaralı askeri
tahliye etmek üzere iniş yapar. Ama okul çocuklarının kaçtığı yönden bir kadın
koşarak gelmeye başlar. İçinde bomba olan bir şapkayı helikopterin içine atar
ve onu havaya uçurur. Tıpkı gizli cephanelik olayında olduğu gibi Vietnamlılar bir
kez daha hain olarak kodlanır. Sekans yeniden, kadının saldırısını sesli olarak
değerlendiren filo liderine döner; bir asker şöyle söyler: "Lanet
vahşiler" . Bir helikopter kaçan kadını kovalamaya başlar. Dış ses ile bir
asker kadına "katil" diye bağırır ve pilottan, helikopterin kızaklarını
"onun kıçına sokmasını" ister. Sonra da kaçan kadını öldürür.”
Bahsi geçen kitaptan kopyaladığım kısım zaten kitabın "Kurgu" ile ilgili bölümünden, kopyaladığım bölümde de kurgunun nasıl kullanılabileceğine bir giriş yapılarak filmimizden örnek verilmiş ve ağır bir eleştiri yapılmış filmimize. Evet sahne bu şekilde doğru ancak, film için Dunkirk (2017)’te nasıl bir tane Alman askeri görmüyorsak burada da bir tane Vietnamlı asker görmüyoruz desek hemen hemen doğru olacaktır. Bir kere en başta filmin amacı Amerika-Vietnam arası savaşın boyutlarını göstermek değil. Willard’ın görev için çıktığı yolculuk ve karşılaşılan her aşama bize savaşın o iğrenç durumunu ve Amerikan askerlerinin ne kadar yabancılaştığını ve gerçeklikten koptuğunu gösteriyor. Filmin tamamı için bakacak olursak Amerikan ordusunu yeriyor diyebiliriz, Willard, her gittiği yerde oranın sorumlu komutanını arıyor ve bulamıyor bir kere. Kaldı ki Amerikan askerlerinin korkak, patavatsız, saldırgan durumları ve içine düştükleri anlamsız durumlar ile cehennem olarak tasvir ettikleri bu yerlerden gitmek için çabaladıkları sahneler (filmin geneli) göz önünde alındığında bırakın Amerikan ordusunun övülmesini yerildiğini söyleyebiliriz.
Yolculuk devam ederken, nehrin kıyılarında
cesetler, parçalanmış Amerikan helikopterleri, ağaçlara takılı kalan askeri
mühimmatlar vs. görülür. Kurtz’a yaklaştıkça Amerika-Vietnam savaşı farklı bir
boyuta geçer, klasik anlamda birbirine düşman kuvvetlerin mücadelesinin dışına
çıkan bir savaş. Bot ekibi gittikçe yabancılaşır, gerçeklerden kopar ve bilmedikleri bu yabancı topraklara adapte olurlar. Bot ekibinden bazıları bu
yolculuk esnasında hayatını kaybeder. Helikopterli atak sahnesinden itibaren, o
sahne sonrası Amerikan askerlerinin su kayağı yaptığı sahne dahil olmak üzere,
Playboy kızlarının geldiği sahne, yolculuğun ağır ağır nehirde devam
ettiği sahnelerde, kıyıda kenarda Willard’ın içinde olduğu bot sürekli Vietnamlılar tarafından
izlenir. Yoksul halleriyle bu genç, kadın, çocuk Vietnamlılar Amerikan botunu
daha önce görmedikleri bilmedikleri bir şeyi izler gibi sessiz sedasız izlerler
ve bottakiler de kimi zaman düşmanca kimi zamanda kendileri de anlam veremeden
bakarlar onlara.
Yolculuk esnasında karşılaşılan önemli bir eşik de gece vakti vardıkları bir köprü. Köprüyü Amerikalılar sabah inşa eder ve akşamına Vietcong köprüyü imha eder, bu durum sürekli tekrarlayan bir döngü halini almıştır. Homeros’un Odysseia destanında eve dönüş yolculuğunda olan kahramanımız Odysseus bu yolculuğun bir bölümünde öteki dünyaya gider ve geri gelerek yolculuğuna devam eder. Destanda Odysseus’un öte dünyaya nasıl gittiği ve döndüğünden bahsedilmez. Neyse, Odysseus diğer dünyaya gittiğinde orada gördüklerinden biri de Sisifos’dur. Sisifos isimli kral aldığı ceza nedeniyle büyük bir kayayı bir tepeye çıkarır, ardından kaya yuvarlanarak aşağı iner ve Sisifos tekrar kayayı yukarı çıkarır ve kaya tekrar aşağı yuvarlanır. Bu döngü sürekli kendini tekrarlamaktadır. Homeros’un anlattığı destanda Odysseus, Sisifos’un bu halini öte dünyada cehennemde görmektedir. Filmde, Willard’ın nehir boyu yaptığı yolculuk bir cehenneme varış yolculuğudur esasında. Yani nasıl ki Odysseus öte dünyadaki yolculuğunun bir evresinde Sisifos’u görmüşse, filmde de Willard nehir boyu yolculuğu (cehennem yolculuğu) esnasında kendini tekrar eden köprü yapma ve imha döngüsünü görmüştür. Dememiz o ki, Amerikan askerleri her gece imha edilen köprüyü o gecenin sabahına tekrar inşa ederler ve bu döngü yani cezalandırma böylece devam eder. Onlarda orada kendi cehennemlerindedirler. Willard, ısrarla askerlere komutanlarının kim olduğunu sorar ancak bir komutan veya sorumlu bulamaz. Bu sahnelerin geceyi yaran ışıklarla çekilmesi Vietnam’ı kafa karıştırıcı bir yer olarak göstermektedir. Askerler şaşırmış halde, pek de akılları başlarında olmadan, rastgele gece karanlığında ateş etmektedirler. İşte savaşın bir yönü de budur. Akıl sağlığının yitimidir aynı zamanda savaş. Kaldı ki Playboy kızları sahnesi ile de daha farklı bir yönüne de değinilmiş olur savaşın. Köprü gece vakti yine Vietcong tarafından imha edilir ve o esnada Willard’ın içinde olduğu bot köprünün altından geçerek yola devam eder. Köprü, malumunuz bir geçişi simgeler. Ekibimizin bundan sonraki macerası iyice boşlukta anlamsız anlamsız dolaşan, uçuşan nesnelere benzeyecektir. Renkler, dumanlar, ses ve müzik ile karakterlerin davranışları tamamen bu dünyadan kopmuştur artık.
Filmin aslında birçok versiyonu var ve bunun nedenlerinden biri de yukarıda bahsettiğimiz Coppola ve Brando arası tartışmalar ve filmin final sahnelerin nasıl olacağı konusu. Birçok versiyonun olması yorumlamayı zorlaştıran bir sebep oluyor bir bakıma. Benim izlediğim ve 3 saati aşan süresiyle redux versiyonda diğerlerinde olmayan Fransızların olduğu sahneler var ve yemek masası etrafında kendi bağlamında güzel diyaloglar geçiyor. Bunlardan birinde Willard Fransızlara neden buradan gitmediklerini soruyor, onlarda burası bizim, bilmem kaç nesildir buradayız, burada fabrikamız var emek verdik, atam, dedem ve şimdi de ben savunuyoruz gitmeyeceğiz, WW2’de yenildik, sonrası bilmem hangi savaşta yenildik, ama siz Amerikalılar WW2’de yenilmediniz, o nedenle gitmeyeceğiz, burayı savunacağız, bu sefer yenilmeyeceğiz minvalinde cevap verir ki burada gururu kırılan bir Fransız vatanseverliği çok açık şekilde görülür.
Yolculuğun son aşaması artık cehenneme
varıştır. Conrad’ın hikayesinde medeniyetten ilkelliğe varılmıştır. Tabi ki de
Kurtz’un liderliği altında toplanan ilkel yerliler cehenneme hoş geldiniz
yazısıyla Willard’ı karşılamazlar. Sahneler gerçekten etkileyici ve resmedilişi
mükemmel. Kurtz ve Willard sürekli karanlıkta konuşurlar ve yer yer sahnede
tek görünen bir bakıma parlayan şey Brando’nun kel kafasıdır. Conrad’ın kitabında Kurtz
zaten zorlukla görülür ve Kurtz deliliğiyle ve ölümüyle ortadan kaybolurken,
Brando ve Coppola’nın her ikisinin de ne istediğini tam bilmeden uzun süren
tartışmalar sonrası filmde izlediğimiz sahnelerde Brando zar zor gösterilmemiştir çünkü filmi satmak için bu yıldızın varlığı gerekmekteydi. Ancak ne Coppola ne
de Brando’nun Kurtz’un ne yapması gerektiğine dair tam ve net bir fikri yoktu.
Brando, Kurtz’un Vietnam Savaşı’na acımasız
yaklaşımını açıklamak istedi; Coppola gizem ve korku istiyordu. Coppola’nın
düşüncesine göre Kurtz'un Willard tarafından öldürülmesi gerekirdi, filmin başlarından
kalma bir emri yerine getirmekten çok hasta veya zayıflamış bir kralın ritüel
olarak öldürülmesi gibi. Brando’nun yaşadığı yerde bazı kitaplar bariz şekilde
izleyiciye gösterilir. Bunlardan biri Holy Bible (Kitab-ı Mukaddes yani İncil ve
Tevrat’ın birleşimi), diğerinde Goethe yazar, bir diğeri Jessie L. Weston’ın
From Ritual to Romance ve öbürü de James Frazer’ın The Golden Bough adlı
kitaplarıdır. Kurtz, yüksek sesle T.S. Eliot’tan okumalar (The Hollow Men) yapar ki Eliot bir
önceki cümlede verilen son iki yazardan etkilenen birisidir.
Yerli halk bir bufaloyu kurban ederken o esnada Willard da Kurtz’u öldürür. Bufalonun kurban edilme ritüelini Coppola’nın eşi Eleanor Coppola bir belgesel üzerine çalışırken keşfeder ve kocası Francis Ford Coppola’ya bunu gösterir ve birkaç ay sonra böyle bir ritüeli filme eklerler. Esasen Kurtz, öldürülmeyi bekler gibidir ve bunu da kabul eder ki repliklerde bunun imalarını veriyor Willard’a. Willard, Kurtz’u öldürdükten sonra yerel halk tarafından yeni lider olarak kabul edilir ancak Willard yeni lider olmak istemez ve orayı terk etmek üzere botuna geri döner. Bu esnada Willard, büründüğü boyalardan arınır ve bota bindiğinde artık yüzü temizlenmiştir. Bunun böyle olmasında yağan yağmurun da etkisi var ve ilgili sahnede görülüyor. Bunu neden yazdım, çünkü yağmuru yemesiyle birlikte Willard artık arınmıştır ve görev sona ermiştir. Yani kahramanın yolculuğu tamamlanmıştır. Bundan sonra artık yeni bir Willard vardır, eski Willard yoktur.
Heart of Darkness kitabı 19. yy Kongo’sunda
geçerken filmimiz tabi ki 20. yy Vietnam’ında geçer. Sinematografik açıdan tam
bir şaheserdir desek az bile söyleriz. Neyse konuya dönelim, Coppola’nın
deyimiyle bu film "Vietnam hakkında değildir, bu film Vietnam’dır". En başta bu
filmin sonu olmadığını söyledim çünkü film bize ne cevapları ne de
sonuçları sunar. Film bitmeyecek şekilde sonlanır. Filmdeki nehir boyu yolculuk
aynı zamanda kahramanımız Willard’ın bir içsel yolculuğudur. Willard, kendi
çapında krallığını kuran Kurtz ile karşılaştığında bir bakıma cehennemin
efendisi ile karşılaşır. Bu karşılaşma, Willard'ın kendisinin yani insanın vahşi yönünü keşfetme karşılaşmasıdır. Ama aynı zamanda Kurtz ile karşılaşması tanrı ile
karşılaşma olarak da vurgulanır. Willard, Kurtz’u öldürdüğünde onun yerine
geçecek olan kişidir ve yerel halk da bu yönde davranış gösterir ancak, Willard
bunu reddeder ve Kurtz’un yerine geçmez. Ama döngü gerçekleşmiştir, Kurtz ölmüş
ve her ne kadar onun yerine geçmese de Willard yeniden doğmuştur. Aslında
Willard bu yeniden doğuşta bir tanrı olarak doğmuştur ve filmin sonunda Buda
heykeliyle iç içe geçmesi de bunu bize açıkça göstermektedir. Nehir boyu
ilerlerken renkler, dumanlar, akış, simgeler, karşılaşılan zorluklar tam bir
cehenneme varış yolculuğudur ve yolculuk aşamaları tamamlanarak en nihayetinde
döngü sonlandırılır. Kahramanın Sonsuz Yolculuğu (Campbell) nihayete ermiştir.
Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon
kitabında bu filmi başka bir yönden yorumlar Söz konusu kitapta toplam 3 sayfa
aktardığı görüşlerinden bir kısmı şöyle: “Coppola'nın
Kıyamet'i yapış biçimiyle Amerikan ordusunun savaşma biçimi arasında bir fark
yoktur. Zaten film bu olguyu çok güzel bir şekilde kanıtlamaktadır. Çünkü Coppola,
filmini Amerikan ordusununkine benzer bir haddini bilmezlik, teknik rahatlık ve
inanılması güç benzer bir saflıkla yapmış ve sonuçta da benzeri bir başarı elde
etmiş! Savaş burada bir kafa bulma,
teknolojik ve psikedelik bir hayal kurma biçimi olarak sunulmaktadır. Bu savaş bir özel efektler
silsilesinden ibarettir... ...Westmoreland, gerçekte nasıl savaştıysa, Coppola da
tıpkı öyle savaşmıştır. Doğal olarak güney Vietnam cehennemini yeniden
canlandırabilmek için napalm bombalarının atıldığı Filipin ormanları ve
köylerinin oluşturdukları o müthiş ironik görüntüleri saymazsak! Bu filmde olan
biten her şeyin tıpatıp aynısını yeniden yapılmıştır.
Örneğin çekim sırasında o insafsız mısır tanrısı Moloch'un
aldığı keyfin bir benzeri yaşanmıştır. Milyarlar harcanır, yani o kadar araç
gereç ve malzeme yok edilir, o kadar olay yaşanırken de kutsal bir keyif
alınmıştır. Bu film bir olanaklar ve olaylar şenliğidir. Dünya çapında tarihi
bir olay olarak tasarlanan bu film çarpıcı bir paranoyanın ürünüdür.
Yaratıcısının usunda Vietnam savaşı böyle olmuştur, bir başka deyişle ona göre böyle bir
savaş olmamıştır. İnanın ki adına Vietnam savaşı denilen bir şey hiçbir zaman
gerçekleşmemiştir. Bu savaş yalnızca bir düş, yani napalm bombalarıyla tropik
ormanlar sayesinde baroklaşan bir düştür. Asla politik bir içeriğe sahip
olmamış ya da zaferi amaçlamamış (psikotropik) bir ilacın neden olduğu bir düş,
ama aynı zamanda savaş sırasında bu savaş görüntülerini çeken bir gücün sayısı
belirsiz bir kurban verme gösterisi. Coppola, Vietnam Savaşı'na adadığı bir
süper filmle bir kitle gösterisine dönüşmüş olan bu savaşa da bir son
verecektir.
Filmde savaşa karşı herhangi bilinçli bir tavır alma,
herhangi bir eleştiri, gerçek savaşla gösteri arasına konmaya çalışılan
herhangi bir mesafe yoktur. Bir başka deyişle filme vahşi bir nitelik
kazandıran şey, savaşın yol açtığı ahlak psikolojisi tarafından kirletilmemiş
olmasıdır. Coppola, kimseden çekinmeden helikopter pilotunun başına hafif
süvari alayı şapkasını geçirebilmekte ve Wagner müziği eşliğinde
ona bir Vietnam köyünü bombalatabilmektedir. Bunlar yabancılaşmayı hedefleyen
eleştirel göstergeler değildir. Film bunlarla dolup taşmaktadır. Bunlar
yalnızca birer özel efekttir. Coppola'nın filmi de aynı tarihi megalomanyak
düşünce tarafından güdümlenmiştir. Filmin çekiliş biçimi Amerikan ordusunun
savaşma tarzına benzemektedir. Filmde de aynı anlamsız kudurganlık ve abartılı bir
kukla oyununu andıran savaş görüntüleriyle karşılaşılmaktadır. Bütün bu korkunç
görüntüleri bizim suratımıza çarparak insanın kendi kendisine böyle bir vahşet
nasıl olabilir sorusunu sormasına neden olmaktadır. Bu soruya verilebilecek bir
yanıt ya da getirilebilecek bir değerlendirme yoktur.
Wagner'i dinlerken nasıl bir keyif alıyorsak, bu korkunç
şeyi izlerken de benzer bir keyif alabilmek mümkün. Ancak bu esnada anlamsız,
dürüst ve bir değer yargısı niteliği taşımayan ve bu filmle Vietnam savaşının aynı
kumaştan biçilmiş olduklarını hiçbir şeyin onları birbirlerinden
ayıramayacağını ve bu filmin de savaşın bir parçası olduğunu dile getiren bir
fikir araya sıkıştırılmıştır. Görünüşe göre Amerikalılar gerçek savaşı
kaybetmiş olsalar bile bu Amerikan filmi kendi savaşını kazanmıştır."
Tabi Baudrillard’ın bu bakış açısı kendinin
meşhur Simülasyon kuramından kaynaklanır. Malumunuz, Baudrillard körfez
savaşının yaşanmadığını ve TV’ler üzerinden insanlara yaşatıldığını
belirtmiştir. Onun kuramını okumadan bu yaklaşımını değerlendirmek biraz havada
kalır açıkçası. Kendisinin bu kuramına dair bir yazıyı halihazırda blogda
paylaşmış durumdayım. O nedenle önce Baudrillard’ı anlayıp sonra bu kısmı
okumak daha faydalı olacaktır.
Evet, Apocalypse Now hiçbir zaman sonu
olmayan bir film. Coppola’ya başyapıtı için saygıyla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder