Sam
Mendes’in yönettiği ve aynı zamanda yazımında yer aldığı 1917 filmi, WW1 devam
ederken 6 Nisan 1917 tarihinde Schofield ve Blake isimli iki İngiliz askerin
aldıkları saldırıyı iptal etme emrini 1600 askeri kurtarmak adına ilgili birime
ulaştırmalarının hikayesidir. Emri
ulaştıracakları yerde Blake’in teğmen abisi de saldırıya katılacaktır. Ne var
ki alınan istihbarat gereği Almanlar tamamen taktiksel bir geri çekilme yaparak
1600 askeri tuzağa düşürmek istemektedir. O nedenle emrin zamanında
ulaştırılamaması bir katliama neden olacaktır. Yer Fransa’dır. Film “one-shot”
olarak çekildiğinden bize savaşın ve tarafların mücadelesini göstermez, adı
geçen 2 askerin yolculuğu ve bu yolculukta yaşadıkları anlatılır. Dolayısıyla
bu film savaşın değil askerlerin filmidir. Blake ve Schofield ağaçların altında
uyur haldedir ve görevli gelip Blake’i uyandırır ve yanına bir adam seçmesini
ister. Blake de hemen yanında uyuyan ve aynı zamanda arkadaşı olan Schofield’i
seçer ancak her ikisi de görevin ne olduğunu bilmemektedir. Generalin yanına
götürülen bu iki askere görev tebliğ edilince neden Blake’in seçildiği
anlaşılır, çünkü o haritalar konusunda yeteneklidir. Sonuç olarak uyku
halindeki kahramanlar uyandırılmış, göreve çağrı gerçekleşmiştir. Yani artık
yolculuk (kahramanın yolculuğu) başlayacaktır.
Yolculuğun
başında Blake ve Schofield’in aşması gereken ve iki düşman kuvvet arasında yer
alan “No Man’s Land” bölgesi vardır. Bu
bölge çamur, kan, asker cesetleri, hayvan cesetleri, savaş nedeniyle oluşan
kraterler ve dikenli tellerin bulunduğu pislik içinde bir arazidir.
Schofield’in elini dikenli tellere kaptırması ve yine elini ölü bir askerin
açık karın bölgesine istemsiz daldırması burada olur. “No Man’s Land” ile
anlatılmak istenen savaştaki büyük insan kaybı, koşulların ne kadar korkunç
olduğu, savaşın zorluğu ve ıssızlığıdır.
Bu
arazi geçildikten sonra terk edilmiş Alman siperlerine varırlar. Siperlerin
içine girerek bir çıkış yolu bulup yolculuklarına devam edeceklerdir.
Siperlerin içinde gördükleri fareler, siperlerdeki yaşamın bir parçası olarak
tasvir edilmiştir. Bir baş belası ve aynı zamanda tehlikeli olarak tasvir
edilirler. Askerlerden biri uyuyakalan ve kulağını ısıran bir fareyle uyanan
birisi hakkında bir hikaye anlatır. Terk edilmiş Alman siperlerindeyken
buradaki farelerin çok daha büyük olduğunu fark ederler. Bunun nedeni de
Almanların çok daha fazla gıdaya sahip olmasıdır ki zaten filmin başlangıcında
da ikilimizin açlıktan şikayet ettiklerini görürüz. Sonuç olarak fareler WW1
sırasında askerlik yaşamının insanlık dışı ve temel koşullarını sembolize
etmektedir. Diğer taraftan, bir bakıma farenin neden olduğu bir patlama sonucunda siperler çöker ve ikilimizden Schofield enkaz altında kalır. Blake'in onu kurtarması ile bir çıkış yolu bularak Alman siperlerini terk ederler. Farelerin
Sonrasında,
pastoral bir atmosfer içerisinde terk edilmiş bir kır evine doğru ilerlerken
Blake, Schofield’a daha önceki bir muharebede kazandığı madalyayı sorar.
Schofield, kendisine madalya verildiğini ancak onu bir metal parçası olarak
gördüğünü, önem vermediğini ve bir şişe şarap karşılığında bir Fransız subayla
takas ettiğini söyler. Blake, aksi görüştedir. Madalyaya önem veren, onu bir
şeref sembolü olarak gören ve aileye götürülecek önemli bir nesne kabul eden
bir görüşü vardır. Bu iki zıt fikir postmodern kültürün anlaşmazlıklarını
temsil etmektedir. Bugün bazıları şerefe, özveriye ve güzelliğin kendisine
değer verirken bazıları böyle şeylerle alay eder ve küçük düşürür. Ancak,
Schofield’in kazandığı madalyaya önem vermeyip onu takas etmesi bize madalyanın
Schofield’in kahramanlığını değil, bu kahramanlıkla ilişkili olarak egosuzluğunu
sembolize eder.
Terk edilmiş kır evine varmalarının ardından it dalaşı sonrası düşen bir Alman uçağından çıkan pilota yardım etmek isterlerken, pilot Blake’i bıçaklayarak öldürür. Sonrasında bölgeye varan İngiliz birliğine durumu anlatan Schofield onlara katılarak varması gereken yere ulaşmak için yolculuğuna devam eder. İngiliz birliğinden ayrılıp kendi başına yoluna devam edene kadar etrafta kesilmiş, parçalanmış ağaçlar görürüz. Almanlar inekleri, köpekleri öldürmüş ve ağaçları keserek yolları kapamıştır. Yani sonradan geleceklere bir yaşam alanı bırakmamıştır ve sonraki sahnelerde göreceğimiz üzere İngilizlerden “biz mermi bulamıyoruz adamlar fazla mermileriyle neler yapıyor” minvalinde şeyler işitiriz.
Esasen
filmin genelinde ağaçların önemi büyük. Nerede yeşil, belirgin ve canlı halde
bir ağaç görsek o esnada huzur, sakinlik ve dingin bir ortam var. Ancak nerede
yıkılmış, kesilmiş, parçalanmış ağaçlar görsek o sırada kötü giden bir şeyler
ya olmuştur ya da olacaktır. Ki böyle ağaçlar harabelerin, terk edilmiş
yerlerin olduğu yani hayatın sonlandığı yerlerde karşımıza çıkıyor. Yukarıda
bahsettiğimiz gibi başlangıçta ikilimiz huzur içinde ağaçların altında uyurken
uyandırılır ve aşağıda belirteceğimiz gibi Schofield filmin bitiminde yani
yolculuğunu tamamladığında da bir ağaca yaslanarak huzura kavuşacaktır. Yine
aşağıda belirteceğimiz gibi kiraz ağaçlarının düşen çiçekleri sayesinde
Schofield kendi görevini anımsar ve yoluna devam eder. Ayrıca, az önce
bahsettiğimiz kır evine doğru ilerlerken Almanların bütün ağaçları kestiği
görülür ve Schofield onları ağaç olarak tanımlarken Blake onların kiraz ağacı
olduğunu ve birden fazla türü olduğunu belirterek türlerini sayar. Sonrasında Schofield
bu ağaçların kesilmiş olmaları için ne yazık derken, Blake “üzülme
tohumları/çiçekleri toprağa karışacak ve çok daha fazla çıkacaklar” minvalinde
bir şeyler söyler. Blake hiç şüphesiz romantik bir karakterdir. Burada Blake’in
“eskisinden çok daha fazla sayıda ağaç büyüyecek” minvalindeki ifadeleri, bu
korunun ölümünün daha büyük bir ormanın çiçeklenmesi anlamındadır. Yani
teolojik terimlerle aktarıldığında, kötülük sadece üstesinden gelinmez,
kötülüğün amaçları tersine çevrilir ve iyilik, kötülüğün yıkıcı planları
nedeniyle ironik bir şekilde genişler. Filmin başında esas argümanı ağaçlar
olmayan bir diyalog vardı. Ta oradan alıp sonuna kadar gittiğimizde ve diğer
tüm unsurlar da ele alındığında görülüyor ki biri size gelip de “bu film efekt
filmi” derse hemen o ortamdan uzaklaşın. İncil’den bile bir sürü referans var
filmde de kim hangi zamanı ayırıp araştırıp yazacak.
Neyse, devam edelim. Schofield, İngiliz birliğinden ayrılıp kendi başına yoluna devam edene kadar etrafta kesilmiş, parçalanmış ağaçlar görürüz demiştik ve bunların olduğu ortamların “evil” olma durumundan bahsetmiştik. Bu kesilen ağaçlar ve yıkılan köprü nedeniyle Schofield birlikten ayrılarak yoluna devam eder ve hava kararmak üzereyken bir Alman askeri tarafından vurulur. Gece kendine gelip uyandığında yoluna devam etmek ister ve Alman askerlerinden kaçarken tesadüfi bir şekilde bodrum katı gibi bir yerde bir bebeğe bakan genç bir Fransız kadın görür. Kadın harabelerin arasında saklanmış vaziyettedir ve bebeğin annesinin kim olduğunu bilmez. Bu kadın Schofield’in yaralarına müdahale eder ve sonrasında Schofield bebekle ilgilenir. Kadın, kendisini bir baba olduğunu algılar (evet Schofield bir babadır ancak biz bunu şu an bilmiyoruz ve filmin sonunda öğreneceğiz). Mendes, yıkıntılarda şaşırtıcı koşullarda aileyi yeniden inşa etmiştir. İşte dünyanın gerçekten ihtiyaç duyduğu yenilenme yani sadece ağaç dikmek değil, evliliğin yeniden kurulması, bir erkek ve bir kadının birleşmesi ve çocukların bir lanet değil, bir armağan olarak karşılanması durumudur bu.
Aile
sahnesi, başka bir deyişle kiraz ağacı sahnesinin insan ifadesidir. Yani
dünyanın gerçekten ihtiyaç duyduğu yeniden dikim. Mendes, bu yaratılış
düzeninin şiddete maruz kaldığını, ancak medeniyetin şifayı bildiğini anlatıyor
gibi görünüyor ve bu şifada aile kurumu oluyor. Küçük bir araştırma
yaptığımızda karşımıza çıkana bakalım: Aile, İncil'de Mesih'in kilisesine olan
sevgisinin bir resmi olan antlaşmalı evliliğe dayanan ilk kurumdur (Efesliler
5: 22-33). Neden İncil’le karşılaştık aşağıda daha iyi anlayacağız. Neyse, aile,
şiddetli savaşın hain koşullarında bile dayanıyor. Genel olarak birçok
eleştirmen tarafından bir tuhaflık olarak bahsedilen bu kısa sahne, derin bir
gerçeği anlatıyor: medeniyet aile ile başlar. Esasen, filmde İncil göndermeleri
birtakım yerlerde var ancak bunu araştırıp okuyacak zaman yok. En azından benim
yok. O nedenle bununla yetinelim. Birçokları için ve benim içinde ilk bakışta
tesadüfi bir bebek ve onu hayatta tutmaya çalışan bir kadınla karşılaşma
sahnesinin gerekliliği neydi sorusunun cevabına verilecek en mantıklı yaklaşım
bu.
Buradan ayrılan Schofield, Alman askerlerinin takibinden ve onlarla yaşadığı kovalamacadan nehre atlayarak kurtulur. Nehirde sürüklenişi ve bunun sonucunda ölmek üzereyken ani bir nefesle uyanması onun vaftiz edilmesidir. Yani bir yeniden doğuş ve diriliş (resurrection) gerçekleşmiştir. Filmde Blake, Schofield’e annesinin bahçelerinde kiraz ağaçları yetiştirdiğini söylemişti (yukarıda bahsettiğimiz bölüm). Burada kiraz ağaçları, savaşın dehşetiyle tam bir zıtlık içinde sunulan mutlu anıları temsil ediyor. Blake’in ölümünden sonra, Schofield nehirde baygın halde sürüklenirken (ölmüş gibi) ani bir solukla kendini gelir ve yukarıdan düşen kiraz çiçeği yapraklarını görür. Bu durum ona Blake’i hatırlatır, onu göreve devam etmesi ve Blake’in kardeşini kurtarması için motive eder.
Kıyıya
çıktığında ormandan gelen bir sese doğru ilerler. Bu ses, bir diyalog veya
konuşma sesi değil bir şarkıdır. Ağaçların altında toplanan askerler yerde
oturur vaziyettedir ve ortalarında biri ayakta onlara şarkı söylemektedir.
Aslında şarkıdan çok bir ilahi diyebiliriz. Schofield onların arasına katılır
ve oturup dinlemeye başlar. Kimse onun geldiğini ve oturduğunu fark etmez bile.
Öncelikle bu bir “gospel song” yani kilise şarkısı/ilahisidir ve yazım tarihi
19. yy olup yazan belli değildir yani anonimdir. Adı “The Poor Wayfaring
Stranger” olan bu şarkı hayatın zorluğu ve sonrasında cennete varma umuduyla
ilgilidir. Sözlerine baktığımızda ölümle yüz yüze olan insanlar için uygun görünmektedir
tıpkı filmimizde biraz sonra sıcak çatışma hattında saldırıya geçecek askerler
gibi. Schofield’in karşılaştığı ve şarkı dinlerken gördüğü bu askeri birlik
biraz sonra cephe hattında saldırıya katılacaktır, kendilerinden önce bir
birlik gitmiş ve bunlar da sıralarını beklemektedir. Yani bu insanlar kesin bir
ölümün birkaç dakika uzağındadır. Şimdi bu şarkının (ilahinin) sözlerine
bakalım.
I'm
just a poor wayfaring stranger
Traveling
through this world below
Bu ilk giriş şarkıyı/ilahiyi söyleyenin kendini tasvir ediyor ve “Ben
bu dünyayı gezen zavallı bir yabancıyım” demektedir.
There
is no sickness, no toil, nor danger
In
that bright land to which I go
Bu yabancı, şu an içinde dolaştığı dünyanın tam tersine hastalığın, tehlikenin ve zahmetin olmadığı bir ülkeye/toprak parçasına bağlıdır.
I'm going there to see my Father
And all my loved ones who've gone on
Bu dünyadan çoktan gitmiş olan ailesiyle orada görüşecek ve buluşacaktır.
I'm
just going over Jordan
I'm just going over home
"Ürdün'ün üzerinden geçmek (I’m just going over Jordan)" büyük ihtimalle İncil'de İsrail Evi'nin Ürdün nehrini geçerek Vaat Edilen Toprakları / yuvaları olduğunu iddia eden bir göndermedir. Bu durumda vaat edilen topraklar cennet için bir metafordur.
I
know dark clouds will gather 'round me
I
know my way is hard and step
But
beauteous fields arise before me
Where
God's redeemed, their vigils keep
I'm
going there to see my Mother
She
said she'd meet me when I come
So,
I'm just going over Jordan
I'm
just going over home
I'm
just going over Jordan
I'm just going over home
Bu dünya karanlık ve zordur, ancak Ürdün üzerindeki
vaat edilmiş topraklara, annenin onu beklediği güzel tarlalara sahip o barışçıl
topraklara geri dönme umudu nedeniyle katlanılabilir.
İşte
görüldüğü üzere, bu anonim ilahinin, kilise şarkısının veya İncil müziğinin
artık ne derseniz deyin (folk song veya Gospel song) sözleri tam anlamıyla
sahneyle uyum içerisindedir. Biraz sonra kesin bir ölüme (certain death)
gidecek olan bir grup asker oturur vaziyette bu sözleri dinlemektedir.
Yapacakları saldırı sonrası birçoğunun hayatını kaybedeceğini onlar da
bilmektedir. Din ve ulus fark etmeksizin tüm insan toplulukları uğruna ölecek
bir şey sağlayamazsa kimsenin de savaşması beklenemez. Uğruna ölünecek şey vatan
topraklarının savunulması, kutsal ve değerli kabul edilenlerin korunması veya
bir ideoloji de olabilir. Konuya dönersek, biraz sonra ölümle yüzleşecek olan
askerlerin bu dünyanın ötesinde başka bir dünyada (şarkının apaçık bir cennet
tasviri yaptığı ortada) huzura kavuşacağı ve aile bireyleriyle buluşacağı ifade
edilir. Yukarıda Schofield’in buraya gelmeden önce nehirde bir yolculuk
yaptığından bahsetmiştik. Fransız kadın ve bebeğin yanından ayrıldıktan sonra
Alman askerleriyle yaşadığı kovalamaca sonucu nehre atlar günün ilk ışıklarıyla
uyanır. Bu uyanma, derin bir soluk alma ile gerçekleşir. Sanki ölümden dönmüş
gibi. Boğulurken son anda kurtulmuş gibi. Bu yeniden doğma olayına da kiraz
ağacı çiçeklerinin nehre düşmesi eşlik eder. Peki bu vaftiz meselesi nereden
çıktı? İlahide/şarkıda bahsi geçen Jordan malumunuz olduğu üzere Ürdün
ülkesidir. Hz. İsa’nın vaftiz edildiği nehir Ürdün Nehridir. İlahide üstü
örtülü bir şekilde ulaşılacak olan yer vaat edilen topraklardır ki aslında
yeryüzünde burası Ürdün Nehri civarındadır. Ancak biraz sonra ölecek olan bu
askerler için artık vaat edilen topraklar cennet metaforudur. Schofield, nehir
boyu uyur (baygın/ölü gibi) halde sırt üstü sürüklenirken ani bir soluk alışla
uyandığında yukarıda bahsettiğimiz yeniden doğuş ya da diriliş (resurrection)
gerçekleşir ve az önce belirttiğimiz gibi Hz. İsa’nın Ürdün Nehrinde vaftiz
edildiğini de düşündüğümüzde sahnenin devamında okunan şarkı/ilahi ile birlikte
Schofield’in bu nehir yolculuğu bir vaftiz yıkanması ve yeniden doğmuş
olmaktadır.
Ürdün
Nehri, İncil'de İsrailoğullarının vaat edilen topraklara ulaşması için geçmesi
gerekilen bir yerdir. Ki böylelikle nihayet Mısır'dan göçleri sonrası yani
kölelikten özgürlüğe geçişleri sonrası orası onların dinlenme yeri olacaktır.
Bu durumda, Jordan (Ürdün) sözcüğü aslında yolculuğun sonunu sembolize etmektedir.
Schofield’in nehirden çıkıp hemen ardından bu şarkıyı duyması tesadüf değil,
çünkü özellikle Ecoust (İngiliz Birliğinden ayrılıp tek başına yola devam
ederken bir Alman askeri tarafından vurulması, vurulmadan bir süre sonra kendine
gelip yaralı halde yola devam etmesi, Fransız kadın ve bebekle karşılaşması ve
sonrasında Alman askerleriyle kovalamaca yaşadığı tüm bu yerler) cehennemin net
bir tasviriydi. Filmde hatırlarsanız
buralarda karanlık bir gökyüzü ve alevler içinde bir kilise görülür. Her köşe
başında düşmanlar vardır ve Schofield’i kovalarlar ve ateş ederler. Ayrıca,
şehir harabe haldedir ve talan edilmiştir. Filmde hasarlı köprüden geçtikten
sonra Alman keskin nişancının Schofield’i vurduğu yerden başlayıp nehre
atlayana kadar ki tüm bu harap ve yıkık vaziyetteki yer Ecoust şehridir ve
özellikle gece çekimleri ile karanlık, alevlerin aydınlattığı bir gökyüzü,
etrafın düşmanlarla çevrili bir halde olması ve yanan bir kilise görüntüsü ile
buranın bir cehennem tasviri olduğu görülür.
Sonrasında
Schofield’in gerçek Ürdün'ü, nehri geçmesi ve hedefine ulaşması gelir, ancak
yolculuğu henüz bitmemiştir ve mecazi Ürdün'ünü geçmek zorundadır yani albaya
mesajı iletmek ve saldırıyı iptal ettirmek.
Aşağıdaki resimde Schofield (George Mackay) nehirde sırt üstü sürüklenirken görülüyor ve hatta kiraz ağacı çiçeklerinin nehre düşmesi ile birlikte (maalesef bulamadım öyle bir görüntü) filmin bu karesinin hemen altında yer alan tablo ile benzerlik taşıdığını görürüz. Bu tablo, Shakespeare'in Hamlet oyunundaki Ophelia karakterini Danimarka'daki bir nehirde boğulmadan önce şarkı söylerken betimlemektedir. Schofield da duyduğu belli belirsiz bir şarkıya doğru sürüklenmektedir. Daha doğrusu şarkının söylendiği yere. George Mackay'in 2018 yılında Ophelia filminde Hamlet karakterini oynadığını düşünürsek güzel bir gönderme. Ophelia (2018) filmi Hamlet'in, Ophelia karakterinin bakış açısından yeniden bir tasavvuru ile ilgili bir filmdi. (Not: bu resim hariç diğer resimlerin kendinden önceki veya sonraki paragraflarla herhangi bir bağlantısı yoktur. Resimleri filmden kesit olması adına ekledim.)
Schofield ormanda şarkıyı/ilahiyi dinleyen askerlere eşlik ettikten sonra onların biraz sonra saldırı için harekete geçeceğini öğrenir ve hatta bu gruptan önce zaten hareket eden bir grup olmuştur. Süratle siperlerin arasına girerek emri iletmesi gereken albaya ulaşmaya çalışır. Ne var ki atak gerçekleştirilmeye başlanmıştır ve albaya ulaşması gittikçe zorlaşmaktadır. Bu nedenle, siperlerden çıkarak sıcak çatışmanın yaşanacağı düzlükte hızla koşup engelleri aşarak mektubu iletir. Her ne kadar bir grup asker atağı gerçekleştirdi ise de bundan sonrakiler için iptal emri verilir. Tabi görev tamamlansa da aslında önemsizdir. Çünkü şimdi ölmeyen onlarca kişi belki 6 ay belki 1 sene sonra ölecektir. Bu da başka bir bakış açısı ki filmde Albay Mackenzie (Benedict Cumberbatch) söyledikleriyle bizleri doğrular.
Sonrasında
Schofield, ölen Blake’in teğmen abisini cephe gerisinde bulur ve Blake’in
ölümünden bahisle ona ait şahsi eşyaları abisine teslim eder. Aslında teslim
ettiği şeyler yüzük vb. gibi birkaç parça metalden oluşur. Ki zaten Blake’in
öldüğü sahneden Schofield, onun boynundan ve parmaklarından birkaç parça bir
şey almıştır. Hatırlarsanız bu ikili arasındaki konuşmada Schofield,
madalyaları önemsiz bir metal parçası olarak görmüştü ama Blake’e ait bu
önemsiz metalleri yanında sakladı ve abisine teslim etti. Bu da böylece güzel
bir ironisidir filmin.
Sonrasında
cephe ve revir hattını da geride bırakacak şekilde yeşilliği ve canlılığı
belirgin olan bir ağacın altında o ağaca yaslanarak oturur ve ailesine ait
olduğunu anladığımız fotoğrafları göğüs cebinden çıkarıp bakar. O zamana kadar Schofield’in bir ailesi
olduğunu bilmeyiz. Malumunuz böyle yemyeşil bir ağaç hayatın, canlılığın,
hayatın kaynağının arketipidir. Zaten filmimiz iki karakter ağaçlar altında
huzurlu bir şekilde uyurken başlamıştı ve yine bir ağacın altında bitti. Yani
filmin başlangıç ve kapanış sahneleri bir paralellik içindedir. Filmde böyle
ağaçların olduğu yerler oldukça sakin ve huzurlu iken yıkık, kesilmiş,
parçalanmış ağaçların olduğu yerlerde hayat bitmiş durumdadır. Schofield,
Blake’in ölümünden sonra onun görevini devralmıştır adeta. Onun ev hasreti
Schofield’e geçmiştir. Çünkü Schofield Blake’e eve gitmekten nefret ettiğini
söylemişti ve biz son sahneye kadar onun bir ailesi olduğu bilememiştik. Tam
tersi Blake ise evine özlem duyan biriydi. Yani Blake’in ölümünden sonra
Schofield, Blake’in yerine geçmiş oldu.
Aslında “su” meselesi de filmde önemli. Schofield, yaralı Alman pilotun yanık yerlerine su serpmek için kuyudan su çektiğinde kirli ve bulanık bir su görünür (Schofield için kendi kötülüklerinden arınma durumu, çünkü biraz sonra Blake ölecek ve görevi teslim alacaktır, Blake daha masum ve saf bir karakterdir, hatta yaralı bir Alman pilotu bile kurtarmak ister) ancak bu suyu kullanamazlar. Sonrasında suyun olduğu sahnelerde daha berrak ve temiz bir görüntü var. Suyun kendisini kastediyorum. Nehir meselesini zaten bahsettik ve bunun öncesinde de Alman keskin nişancı Schofield’i vurduğunda bayılması sonrası su damlalarının alnına çarpması ile kendine gelmesi de önemli. “Su” konusunu kısa geçeceğim çünkü detay verilmediği zaman bu tarz şeyler havada kalıyor ve bunun için zaman gerekiyor. Peki, madem detay vermeyeceksem o zaman neden “su”dan bahsettim. Yapmak istediğim şey bir kapı açmaktı, vakti olan araştırıp daha detaya inebilir. Üstün körü geçtim diye “su” için yazdıklarımı zorlama bir yorum olarak almayın. Araştırıldığında detaylar ortaya çıkıyor.
Bu
yazıyı yazmamdaki esas amaç 1917’nin bir efektler ve sesler toplamı veya sadece
bir görsel şölen olmadığıdır. Zaten bu üç dalda Oscar alan bir filmden
bahsediyoruz ama 1917 sadece bunlardan ibaret değil, kesinlikle değil. Birkaç
tekrar izleyip daha derine indikçe çok daha fazla şeyler yazılabileceğine
kesinlikle eminim fakat bu bir zaman meselesi ve benim o kadar zamanım maalesef
yok. Sonuç olarak 1917’nin her yönüyle anlamlı bir film olduğunu ortaya koymak
istedim. Kaldı ki benim bahsettiklerim sadece filmdeki birkaç bölümden ibaret.
Film bundan çok daha fazlasını barındırıyor.
Film
en iyi görüntü yönetmenliği, en iyi görsel efekt ve en iyi ses miksajı olmak
üzere toplam 3 Oscar aldı. Tabi Sam Mendes’in beklentisi en iyi film dalında
idi ama olmadı. Görüntü yönetmeni R. Deakins’i birçok filmden tanırız. Bu
filmde de muhteşem bir sinematografi var. Müziklerinden ondan aşağı kalır yanı
yok. Ama maalesef en iyi film ödülünü alamadı. Hikayenin kaynağı Sam Mendes’in
dedesi aslında. Çünkü adamın dedesi WW1’de “messenger” olarak görev yapmış bir
asker ve aktarılan hikayeyi Mendes filme döküyor. Filmin “one-shot” çekilmiş
olması nedeniyle başka birçok perspektiften bizi mahrum bıraktığından ve
ikilimize odaklandığından bazı eleştirilere konu oldu. Hiç boş lafa gerek yok,
film muhteşem. Hissiyatı da verdi ve cephe atmosferini de yaşattı. Skyfall’dan
sonra Mendes çok güzel bir iş daha başardı. Filmi bazılarının gördüğü gibi
“görüntü efektleri ve seslerden bir şov” olarak görmüyor sadece bir efektler
toplamından ibaret kabul etmiyorum. Filmi sadece bir kez izledim. Bu yazıda genel
bir çerçevesini çizdiğimiz bu filmi birkaç kez daha izleyeceğim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder