20 Aralık 2020 Pazar

1917 - 2019

Sam Mendes’in yönettiği ve aynı zamanda yazımında yer aldığı 1917 filmi, WW1 devam ederken 6 Nisan 1917 tarihinde Schofield ve Blake isimli iki İngiliz askerin aldıkları saldırıyı iptal etme emrini 1600 askeri kurtarmak adına ilgili birime ulaştırmalarının hikayesidir.  Emri ulaştıracakları yerde Blake’in teğmen abisi de saldırıya katılacaktır. Ne var ki alınan istihbarat gereği Almanlar tamamen taktiksel bir geri çekilme yaparak 1600 askeri tuzağa düşürmek istemektedir. O nedenle emrin zamanında ulaştırılamaması bir katliama neden olacaktır. Yer Fransa’dır. Film “one-shot” olarak çekildiğinden bize savaşın ve tarafların mücadelesini göstermez, adı geçen 2 askerin yolculuğu ve bu yolculukta yaşadıkları anlatılır. Dolayısıyla bu film savaşın değil askerlerin filmidir. Blake ve Schofield ağaçların altında uyur haldedir ve görevli gelip Blake’i uyandırır ve yanına bir adam seçmesini ister. Blake de hemen yanında uyuyan ve aynı zamanda arkadaşı olan Schofield’i seçer ancak her ikisi de görevin ne olduğunu bilmemektedir. Generalin yanına götürülen bu iki askere görev tebliğ edilince neden Blake’in seçildiği anlaşılır, çünkü o haritalar konusunda yeteneklidir. Sonuç olarak uyku halindeki kahramanlar uyandırılmış, göreve çağrı gerçekleşmiştir. Yani artık yolculuk (kahramanın yolculuğu) başlayacaktır.

Yolculuğun başında Blake ve Schofield’in aşması gereken ve iki düşman kuvvet arasında yer alan “No Man’s Land”  bölgesi vardır. Bu bölge çamur, kan, asker cesetleri, hayvan cesetleri, savaş nedeniyle oluşan kraterler ve dikenli tellerin bulunduğu pislik içinde bir arazidir. Schofield’in elini dikenli tellere kaptırması ve yine elini ölü bir askerin açık karın bölgesine istemsiz daldırması burada olur. “No Man’s Land” ile anlatılmak istenen savaştaki büyük insan kaybı, koşulların ne kadar korkunç olduğu, savaşın zorluğu ve ıssızlığıdır.


Bu arazi geçildikten sonra terk edilmiş Alman siperlerine varırlar. Siperlerin içine girerek bir çıkış yolu bulup yolculuklarına devam edeceklerdir. Siperlerin içinde gördükleri fareler, siperlerdeki yaşamın bir parçası olarak tasvir edilmiştir. Bir baş belası ve aynı zamanda tehlikeli olarak tasvir edilirler. Askerlerden biri uyuyakalan ve kulağını ısıran bir fareyle uyanan birisi hakkında bir hikaye anlatır. Terk edilmiş Alman siperlerindeyken buradaki farelerin çok daha büyük olduğunu fark ederler. Bunun nedeni de Almanların çok daha fazla gıdaya sahip olmasıdır ki zaten filmin başlangıcında da ikilimizin açlıktan şikayet ettiklerini görürüz. Sonuç olarak fareler WW1 sırasında askerlik yaşamının insanlık dışı ve temel koşullarını sembolize etmektedir. Diğer taraftan, bir bakıma farenin neden olduğu bir patlama sonucunda siperler çöker ve ikilimizden Schofield enkaz altında kalır. Blake'in onu kurtarması ile bir çıkış yolu bularak Alman siperlerini terk ederler. Farelerin WW1 esnasında askerlik yaşamının insanlık dışı ve temel koşullarını sembolize ettiğini söylemiştik. Az önce yazdıklarımıza da yani patlama meydan gelip siperlerin çökmesine de bir fare sebep olmuştur (ayrıntılar filmde). Yani savaşta cephe hattında ölenler kadar savaşın zorlu koşulları, gıdasızlık ve hastalıktan da neredeyse bir o kadar insan öldüğü gösterilir. Çünkü fareler tüm bunların sembolize edilmiş haliydi ve küçük bir fare takibi sonrası yaşananlar da ikilimize yolculukları için zaman kaybı ve engel oluşturdu. Kaldı ki teknik boyuttan bakarsan WW2'ye kadar sıcak çatışmada ölen kadar yani hemen hemen bir o kadar askerde sağlıksız koşullar, yeterli sağlık imkanı olmaması, özellikle salgın hastalık ve gıda eksikliğinden hayatını kaybetmiştir. Elbette WW2'de de vardı bu durumlar ancak WW2 bir dönüm noktası oldu. Konuya dönersek, farelerin sembolize ettiği durum yine bir farenin neden olacağı şekilde sahne olarak ayarlanıp yaşatılmıştır ikilimize.

Sonrasında, pastoral bir atmosfer içerisinde terk edilmiş bir kır evine doğru ilerlerken Blake, Schofield’a daha önceki bir muharebede kazandığı madalyayı sorar. Schofield, kendisine madalya verildiğini ancak onu bir metal parçası olarak gördüğünü, önem vermediğini ve bir şişe şarap karşılığında bir Fransız subayla takas ettiğini söyler. Blake, aksi görüştedir. Madalyaya önem veren, onu bir şeref sembolü olarak gören ve aileye götürülecek önemli bir nesne kabul eden bir görüşü vardır. Bu iki zıt fikir postmodern kültürün anlaşmazlıklarını temsil etmektedir. Bugün bazıları şerefe, özveriye ve güzelliğin kendisine değer verirken bazıları böyle şeylerle alay eder ve küçük düşürür. Ancak, Schofield’in kazandığı madalyaya önem vermeyip onu takas etmesi bize madalyanın Schofield’in kahramanlığını değil, bu kahramanlıkla ilişkili olarak egosuzluğunu sembolize eder.

Terk edilmiş kır evine varmalarının ardından it dalaşı sonrası düşen bir Alman uçağından çıkan pilota yardım etmek isterlerken, pilot Blake’i bıçaklayarak öldürür. Sonrasında bölgeye varan İngiliz birliğine durumu anlatan Schofield onlara katılarak varması gereken yere ulaşmak için yolculuğuna devam eder. İngiliz birliğinden ayrılıp kendi başına yoluna devam edene kadar etrafta kesilmiş, parçalanmış ağaçlar görürüz. Almanlar inekleri, köpekleri öldürmüş ve ağaçları keserek yolları kapamıştır. Yani sonradan geleceklere bir yaşam alanı bırakmamıştır ve sonraki sahnelerde göreceğimiz üzere İngilizlerden “biz mermi bulamıyoruz adamlar fazla mermileriyle neler yapıyor” minvalinde şeyler işitiriz.

Esasen filmin genelinde ağaçların önemi büyük. Nerede yeşil, belirgin ve canlı halde bir ağaç görsek o esnada huzur, sakinlik ve dingin bir ortam var. Ancak nerede yıkılmış, kesilmiş, parçalanmış ağaçlar görsek o sırada kötü giden bir şeyler ya olmuştur ya da olacaktır. Ki böyle ağaçlar harabelerin, terk edilmiş yerlerin olduğu yani hayatın sonlandığı yerlerde karşımıza çıkıyor. Yukarıda bahsettiğimiz gibi başlangıçta ikilimiz huzur içinde ağaçların altında uyurken uyandırılır ve aşağıda belirteceğimiz gibi Schofield filmin bitiminde yani yolculuğunu tamamladığında da bir ağaca yaslanarak huzura kavuşacaktır. Yine aşağıda belirteceğimiz gibi kiraz ağaçlarının düşen çiçekleri sayesinde Schofield kendi görevini anımsar ve yoluna devam eder. Ayrıca, az önce bahsettiğimiz kır evine doğru ilerlerken Almanların bütün ağaçları kestiği görülür ve Schofield onları ağaç olarak tanımlarken Blake onların kiraz ağacı olduğunu ve birden fazla türü olduğunu belirterek türlerini sayar. Sonrasında Schofield bu ağaçların kesilmiş olmaları için ne yazık derken, Blake “üzülme tohumları/çiçekleri toprağa karışacak ve çok daha fazla çıkacaklar” minvalinde bir şeyler söyler. Blake hiç şüphesiz romantik bir karakterdir. Burada Blake’in “eskisinden çok daha fazla sayıda ağaç büyüyecek” minvalindeki ifadeleri, bu korunun ölümünün daha büyük bir ormanın çiçeklenmesi anlamındadır. Yani teolojik terimlerle aktarıldığında, kötülük sadece üstesinden gelinmez, kötülüğün amaçları tersine çevrilir ve iyilik, kötülüğün yıkıcı planları nedeniyle ironik bir şekilde genişler. Filmin başında esas argümanı ağaçlar olmayan bir diyalog vardı. Ta oradan alıp sonuna kadar gittiğimizde ve diğer tüm unsurlar da ele alındığında görülüyor ki biri size gelip de “bu film efekt filmi” derse hemen o ortamdan uzaklaşın. İncil’den bile bir sürü referans var filmde de kim hangi zamanı ayırıp araştırıp yazacak.

Neyse, devam edelim. Schofield, İngiliz birliğinden ayrılıp kendi başına yoluna devam edene kadar etrafta kesilmiş, parçalanmış ağaçlar görürüz demiştik ve bunların olduğu ortamların “evil” olma durumundan bahsetmiştik. Bu kesilen ağaçlar ve yıkılan köprü nedeniyle Schofield birlikten ayrılarak yoluna devam eder ve hava kararmak üzereyken bir Alman askeri tarafından vurulur. Gece kendine gelip uyandığında yoluna devam etmek ister ve Alman askerlerinden kaçarken tesadüfi bir şekilde bodrum katı gibi bir yerde bir bebeğe bakan genç bir Fransız kadın görür. Kadın harabelerin arasında saklanmış vaziyettedir ve bebeğin annesinin kim olduğunu bilmez. Bu kadın Schofield’in yaralarına müdahale eder ve sonrasında Schofield bebekle ilgilenir. Kadın, kendisini bir baba olduğunu algılar (evet Schofield bir babadır ancak biz bunu şu an bilmiyoruz ve filmin sonunda öğreneceğiz).  Mendes, yıkıntılarda şaşırtıcı koşullarda aileyi yeniden inşa etmiştir. İşte dünyanın gerçekten ihtiyaç duyduğu yenilenme yani sadece ağaç dikmek değil, evliliğin yeniden kurulması, bir erkek ve bir kadının birleşmesi ve çocukların bir lanet değil, bir armağan olarak karşılanması durumudur bu.

Aile sahnesi, başka bir deyişle kiraz ağacı sahnesinin insan ifadesidir. Yani dünyanın gerçekten ihtiyaç duyduğu yeniden dikim. Mendes, bu yaratılış düzeninin şiddete maruz kaldığını, ancak medeniyetin şifayı bildiğini anlatıyor gibi görünüyor ve bu şifada aile kurumu oluyor. Küçük bir araştırma yaptığımızda karşımıza çıkana bakalım: Aile, İncil'de Mesih'in kilisesine olan sevgisinin bir resmi olan antlaşmalı evliliğe dayanan ilk kurumdur (Efesliler 5: 22-33). Neden İncil’le karşılaştık aşağıda daha iyi anlayacağız. Neyse, aile, şiddetli savaşın hain koşullarında bile dayanıyor. Genel olarak birçok eleştirmen tarafından bir tuhaflık olarak bahsedilen bu kısa sahne, derin bir gerçeği anlatıyor: medeniyet aile ile başlar. Esasen, filmde İncil göndermeleri birtakım yerlerde var ancak bunu araştırıp okuyacak zaman yok. En azından benim yok. O nedenle bununla yetinelim. Birçokları için ve benim içinde ilk bakışta tesadüfi bir bebek ve onu hayatta tutmaya çalışan bir kadınla karşılaşma sahnesinin gerekliliği neydi sorusunun cevabına verilecek en mantıklı yaklaşım bu.

Buradan ayrılan Schofield, Alman askerlerinin takibinden ve onlarla yaşadığı kovalamacadan nehre atlayarak kurtulur. Nehirde sürüklenişi ve bunun sonucunda ölmek üzereyken ani bir nefesle uyanması onun vaftiz edilmesidir. Yani bir yeniden doğuş ve diriliş (resurrection) gerçekleşmiştir. Filmde Blake, Schofield’e annesinin bahçelerinde kiraz ağaçları yetiştirdiğini söylemişti (yukarıda bahsettiğimiz bölüm). Burada kiraz ağaçları, savaşın dehşetiyle tam bir zıtlık içinde sunulan mutlu anıları temsil ediyor. Blake’in ölümünden sonra, Schofield nehirde baygın halde sürüklenirken (ölmüş gibi) ani bir solukla kendini gelir ve yukarıdan düşen kiraz çiçeği yapraklarını görür. Bu durum ona Blake’i hatırlatır, onu göreve devam etmesi ve Blake’in kardeşini kurtarması için motive eder.

Kıyıya çıktığında ormandan gelen bir sese doğru ilerler. Bu ses, bir diyalog veya konuşma sesi değil bir şarkıdır. Ağaçların altında toplanan askerler yerde oturur vaziyettedir ve ortalarında biri ayakta onlara şarkı söylemektedir. Aslında şarkıdan çok bir ilahi diyebiliriz. Schofield onların arasına katılır ve oturup dinlemeye başlar. Kimse onun geldiğini ve oturduğunu fark etmez bile. Öncelikle bu bir “gospel song” yani kilise şarkısı/ilahisidir ve yazım tarihi 19. yy olup yazan belli değildir yani anonimdir. Adı “The Poor Wayfaring Stranger” olan bu şarkı hayatın zorluğu ve sonrasında cennete varma umuduyla ilgilidir. Sözlerine baktığımızda ölümle yüz yüze olan insanlar için uygun görünmektedir tıpkı filmimizde biraz sonra sıcak çatışma hattında saldırıya geçecek askerler gibi. Schofield’in karşılaştığı ve şarkı dinlerken gördüğü bu askeri birlik biraz sonra cephe hattında saldırıya katılacaktır, kendilerinden önce bir birlik gitmiş ve bunlar da sıralarını beklemektedir. Yani bu insanlar kesin bir ölümün birkaç dakika uzağındadır. Şimdi bu şarkının (ilahinin) sözlerine bakalım.

I'm just a poor wayfaring stranger

Traveling through this world below

Bu ilk giriş şarkıyı/ilahiyi söyleyenin kendini tasvir ediyor ve “Ben bu dünyayı gezen zavallı bir yabancıyım” demektedir.

There is no sickness, no toil, nor danger

In that bright land to which I go

Bu yabancı, şu an içinde dolaştığı dünyanın tam tersine hastalığın, tehlikenin ve zahmetin olmadığı bir ülkeye/toprak parçasına bağlıdır.

I'm going there to see my Father

And all my loved ones who've gone on

Bu dünyadan çoktan gitmiş olan ailesiyle orada görüşecek ve buluşacaktır.

I'm just going over Jordan

I'm just going over home

"Ürdün'ün üzerinden geçmek (I’m just going over Jordan)" büyük ihtimalle İncil'de İsrail Evi'nin Ürdün nehrini geçerek Vaat Edilen Toprakları / yuvaları olduğunu iddia eden bir göndermedir. Bu durumda vaat edilen topraklar cennet için bir metafordur.

I know dark clouds will gather 'round me

I know my way is hard and step

But beauteous fields arise before me

Where God's redeemed, their vigils keep

I'm going there to see my Mother

She said she'd meet me when I come

So, I'm just going over Jordan

I'm just going over home

I'm just going over Jordan

I'm just going over home

Bu dünya karanlık ve zordur, ancak Ürdün üzerindeki vaat edilmiş topraklara, annenin onu beklediği güzel tarlalara sahip o barışçıl topraklara geri dönme umudu nedeniyle katlanılabilir.

İşte görüldüğü üzere, bu anonim ilahinin, kilise şarkısının veya İncil müziğinin artık ne derseniz deyin (folk song veya Gospel song) sözleri tam anlamıyla sahneyle uyum içerisindedir. Biraz sonra kesin bir ölüme (certain death) gidecek olan bir grup asker oturur vaziyette bu sözleri dinlemektedir. Yapacakları saldırı sonrası birçoğunun hayatını kaybedeceğini onlar da bilmektedir. Din ve ulus fark etmeksizin tüm insan toplulukları uğruna ölecek bir şey sağlayamazsa kimsenin de savaşması beklenemez. Uğruna ölünecek şey vatan topraklarının savunulması, kutsal ve değerli kabul edilenlerin korunması veya bir ideoloji de olabilir. Konuya dönersek, biraz sonra ölümle yüzleşecek olan askerlerin bu dünyanın ötesinde başka bir dünyada (şarkının apaçık bir cennet tasviri yaptığı ortada) huzura kavuşacağı ve aile bireyleriyle buluşacağı ifade edilir. Yukarıda Schofield’in buraya gelmeden önce nehirde bir yolculuk yaptığından bahsetmiştik. Fransız kadın ve bebeğin yanından ayrıldıktan sonra Alman askerleriyle yaşadığı kovalamaca sonucu nehre atlar günün ilk ışıklarıyla uyanır. Bu uyanma, derin bir soluk alma ile gerçekleşir. Sanki ölümden dönmüş gibi. Boğulurken son anda kurtulmuş gibi. Bu yeniden doğma olayına da kiraz ağacı çiçeklerinin nehre düşmesi eşlik eder. Peki bu vaftiz meselesi nereden çıktı? İlahide/şarkıda bahsi geçen Jordan malumunuz olduğu üzere Ürdün ülkesidir. Hz. İsa’nın vaftiz edildiği nehir Ürdün Nehridir. İlahide üstü örtülü bir şekilde ulaşılacak olan yer vaat edilen topraklardır ki aslında yeryüzünde burası Ürdün Nehri civarındadır. Ancak biraz sonra ölecek olan bu askerler için artık vaat edilen topraklar cennet metaforudur. Schofield, nehir boyu uyur (baygın/ölü gibi) halde sırt üstü sürüklenirken ani bir soluk alışla uyandığında yukarıda bahsettiğimiz yeniden doğuş ya da diriliş (resurrection) gerçekleşir ve az önce belirttiğimiz gibi Hz. İsa’nın Ürdün Nehrinde vaftiz edildiğini de düşündüğümüzde sahnenin devamında okunan şarkı/ilahi ile birlikte Schofield’in bu nehir yolculuğu bir vaftiz yıkanması ve yeniden doğmuş olmaktadır.

Ürdün Nehri, İncil'de İsrailoğullarının vaat edilen topraklara ulaşması için geçmesi gerekilen bir yerdir. Ki böylelikle nihayet Mısır'dan göçleri sonrası yani kölelikten özgürlüğe geçişleri sonrası orası onların dinlenme yeri olacaktır. Bu durumda, Jordan (Ürdün) sözcüğü aslında yolculuğun sonunu sembolize etmektedir. Schofield’in nehirden çıkıp hemen ardından bu şarkıyı duyması tesadüf değil, çünkü özellikle Ecoust (İngiliz Birliğinden ayrılıp tek başına yola devam ederken bir Alman askeri tarafından vurulması, vurulmadan bir süre sonra kendine gelip yaralı halde yola devam etmesi, Fransız kadın ve bebekle karşılaşması ve sonrasında Alman askerleriyle kovalamaca yaşadığı tüm bu yerler) cehennemin net bir tasviriydi.  Filmde hatırlarsanız buralarda karanlık bir gökyüzü ve alevler içinde bir kilise görülür. Her köşe başında düşmanlar vardır ve Schofield’i kovalarlar ve ateş ederler. Ayrıca, şehir harabe haldedir ve talan edilmiştir. Filmde hasarlı köprüden geçtikten sonra Alman keskin nişancının Schofield’i vurduğu yerden başlayıp nehre atlayana kadar ki tüm bu harap ve yıkık vaziyetteki yer Ecoust şehridir ve özellikle gece çekimleri ile karanlık, alevlerin aydınlattığı bir gökyüzü, etrafın düşmanlarla çevrili bir halde olması ve yanan bir kilise görüntüsü ile buranın bir cehennem tasviri olduğu görülür.

Sonrasında Schofield’in gerçek Ürdün'ü, nehri geçmesi ve hedefine ulaşması gelir, ancak yolculuğu henüz bitmemiştir ve mecazi Ürdün'ünü geçmek zorundadır yani albaya mesajı iletmek ve saldırıyı iptal ettirmek.

Aşağıdaki resimde Schofield (George Mackay) nehirde sırt üstü sürüklenirken görülüyor ve hatta kiraz ağacı çiçeklerinin nehre düşmesi ile birlikte (maalesef bulamadım öyle bir görüntü) filmin bu karesinin hemen altında yer alan tablo ile benzerlik taşıdığını görürüz. Bu tablo, Shakespeare'in Hamlet oyunundaki Ophelia karakterini Danimarka'daki bir nehirde boğulmadan önce şarkı söylerken betimlemektedir. Schofield da duyduğu belli belirsiz bir şarkıya doğru sürüklenmektedir. Daha doğrusu şarkının söylendiği yere. George Mackay'in 2018 yılında Ophelia filminde Hamlet karakterini oynadığını düşünürsek güzel bir gönderme. Ophelia (2018) filmi Hamlet'in, Ophelia karakterinin bakış açısından yeniden bir tasavvuru ile ilgili bir filmdi.  (Not: bu resim hariç diğer resimlerin kendinden önceki veya sonraki paragraflarla herhangi bir bağlantısı yoktur. Resimleri filmden kesit olması adına ekledim.)

Schofield ormanda şarkıyı/ilahiyi dinleyen askerlere eşlik ettikten sonra onların biraz sonra saldırı için harekete geçeceğini öğrenir ve hatta bu gruptan önce zaten hareket eden bir grup olmuştur. Süratle siperlerin arasına girerek emri iletmesi gereken albaya ulaşmaya çalışır. Ne var ki atak gerçekleştirilmeye başlanmıştır ve albaya ulaşması gittikçe zorlaşmaktadır. Bu nedenle, siperlerden çıkarak sıcak çatışmanın yaşanacağı düzlükte hızla koşup engelleri aşarak mektubu iletir. Her ne kadar bir grup asker atağı gerçekleştirdi ise de bundan sonrakiler için iptal emri verilir. Tabi görev tamamlansa da aslında önemsizdir. Çünkü şimdi ölmeyen onlarca kişi belki 6 ay belki 1 sene sonra ölecektir. Bu da başka bir bakış açısı ki filmde Albay Mackenzie (Benedict Cumberbatch) söyledikleriyle bizleri doğrular.

Sonrasında Schofield, ölen Blake’in teğmen abisini cephe gerisinde bulur ve Blake’in ölümünden bahisle ona ait şahsi eşyaları abisine teslim eder. Aslında teslim ettiği şeyler yüzük vb. gibi birkaç parça metalden oluşur. Ki zaten Blake’in öldüğü sahneden Schofield, onun boynundan ve parmaklarından birkaç parça bir şey almıştır. Hatırlarsanız bu ikili arasındaki konuşmada Schofield, madalyaları önemsiz bir metal parçası olarak görmüştü ama Blake’e ait bu önemsiz metalleri yanında sakladı ve abisine teslim etti. Bu da böylece güzel bir ironisidir filmin.

Sonrasında cephe ve revir hattını da geride bırakacak şekilde yeşilliği ve canlılığı belirgin olan bir ağacın altında o ağaca yaslanarak oturur ve ailesine ait olduğunu anladığımız fotoğrafları göğüs cebinden çıkarıp bakar.  O zamana kadar Schofield’in bir ailesi olduğunu bilmeyiz. Malumunuz böyle yemyeşil bir ağaç hayatın, canlılığın, hayatın kaynağının arketipidir. Zaten filmimiz iki karakter ağaçlar altında huzurlu bir şekilde uyurken başlamıştı ve yine bir ağacın altında bitti. Yani filmin başlangıç ve kapanış sahneleri bir paralellik içindedir. Filmde böyle ağaçların olduğu yerler oldukça sakin ve huzurlu iken yıkık, kesilmiş, parçalanmış ağaçların olduğu yerlerde hayat bitmiş durumdadır. Schofield, Blake’in ölümünden sonra onun görevini devralmıştır adeta. Onun ev hasreti Schofield’e geçmiştir. Çünkü Schofield Blake’e eve gitmekten nefret ettiğini söylemişti ve biz son sahneye kadar onun bir ailesi olduğu bilememiştik. Tam tersi Blake ise evine özlem duyan biriydi. Yani Blake’in ölümünden sonra Schofield, Blake’in yerine geçmiş oldu.

Aslında “su” meselesi de filmde önemli. Schofield, yaralı Alman pilotun yanık yerlerine su serpmek için kuyudan su çektiğinde kirli ve bulanık bir su görünür (Schofield için kendi kötülüklerinden arınma durumu, çünkü biraz sonra Blake ölecek ve görevi teslim alacaktır, Blake daha masum ve saf bir karakterdir, hatta yaralı bir Alman pilotu bile kurtarmak ister) ancak bu suyu kullanamazlar. Sonrasında suyun olduğu sahnelerde daha berrak ve temiz bir görüntü var. Suyun kendisini kastediyorum. Nehir meselesini zaten bahsettik ve bunun öncesinde de Alman keskin nişancı Schofield’i vurduğunda bayılması sonrası su damlalarının alnına çarpması ile kendine gelmesi de önemli. “Su” konusunu kısa geçeceğim çünkü detay verilmediği zaman bu tarz şeyler havada kalıyor ve bunun için zaman gerekiyor. Peki, madem detay vermeyeceksem o zaman neden “su”dan bahsettim. Yapmak istediğim şey bir kapı açmaktı, vakti olan araştırıp daha detaya inebilir. Üstün körü geçtim diye “su” için yazdıklarımı zorlama bir yorum olarak almayın. Araştırıldığında detaylar ortaya çıkıyor.

Bu yazıyı yazmamdaki esas amaç 1917’nin bir efektler ve sesler toplamı veya sadece bir görsel şölen olmadığıdır. Zaten bu üç dalda Oscar alan bir filmden bahsediyoruz ama 1917 sadece bunlardan ibaret değil, kesinlikle değil. Birkaç tekrar izleyip daha derine indikçe çok daha fazla şeyler yazılabileceğine kesinlikle eminim fakat bu bir zaman meselesi ve benim o kadar zamanım maalesef yok. Sonuç olarak 1917’nin her yönüyle anlamlı bir film olduğunu ortaya koymak istedim. Kaldı ki benim bahsettiklerim sadece filmdeki birkaç bölümden ibaret. Film bundan çok daha fazlasını barındırıyor.

Film en iyi görüntü yönetmenliği, en iyi görsel efekt ve en iyi ses miksajı olmak üzere toplam 3 Oscar aldı. Tabi Sam Mendes’in beklentisi en iyi film dalında idi ama olmadı. Görüntü yönetmeni R. Deakins’i birçok filmden tanırız. Bu filmde de muhteşem bir sinematografi var. Müziklerinden ondan aşağı kalır yanı yok. Ama maalesef en iyi film ödülünü alamadı. Hikayenin kaynağı Sam Mendes’in dedesi aslında. Çünkü adamın dedesi WW1’de “messenger” olarak görev yapmış bir asker ve aktarılan hikayeyi Mendes filme döküyor. Filmin “one-shot” çekilmiş olması nedeniyle başka birçok perspektiften bizi mahrum bıraktığından ve ikilimize odaklandığından bazı eleştirilere konu oldu. Hiç boş lafa gerek yok, film muhteşem. Hissiyatı da verdi ve cephe atmosferini de yaşattı. Skyfall’dan sonra Mendes çok güzel bir iş daha başardı. Filmi bazılarının gördüğü gibi “görüntü efektleri ve seslerden bir şov” olarak görmüyor sadece bir efektler toplamından ibaret kabul etmiyorum. Filmi sadece bir kez izledim. Bu yazıda genel bir çerçevesini çizdiğimiz bu filmi birkaç kez daha izleyeceğim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder