Kimilerine göre Al Pacino’yu Al Pacino yapan filmdir bu film. Ama nedense Al Pacino’nun bu film öncesinde Godfather-I ve II ile Serpico’da oynadığı unutularak mı söylenir yoksa bu filmde Pacino’nun oyunculuğunun ve diğer karakterlerin sanki olmasalar da olurlardı diye düşünülmesinden mi bilemem. Ancak şu var ki oyunculuğu Pacino’ya öğreten Coppola (ki Pacino sonrasında Apocalypse Now için Coppola’yı reddediyor) ve muhteşem bir Serpico varken bu film olmasa da Pacino zaten yoluna devam edecekti. Diğer taraftan, bu filmdeki Pacino harici oyuncuları önemsiz görürler ama bu yanlışta ısrar etmenin alemi yok. Filmde 10 saniye bile görünen her kim varsa yapması gerekeni ne fazla ne eksik olarak yapmış, tam yapması gereken şekilde yapmıştır.
Hiç kuşkusuz, 1970’ler kendi başına ele alınması gereken bir dönem. Ki zaten bu filmin de tarihi olan 1975’e baktığımızda bile afallayıp kalırız. Dönemin siyasi liderlik, dalgalanan bir ekonomi üzerindeki toplumsal gerilimler ve hoşnutsuzluk vs. hususları 1975’in en iyi film adaylarına da yansımıştır: Stanley Kubrick’ten Barry Lyndon, Robert Altman’dan Nashville, Sidney Lumet’ten Köpeklerin Günü (Dog Day Afternoon), Milos Forman’dan Guguk Kuşu (One Flew Over the Cuckoo’s Nest) ve Steven Spielberg’den Jaws. Bu beş filmin de tümü toplumu, siyaseti veya ekonomik ilişkileri işaret etmekteydi. Bizim filmimiz olan Dog Day Afternoon ise soğukkanlı hesap yapan FBI’ın pençesine takılan eşcinsel bir anti-kahramana karşı muazzam bir sempati yaratmıştır.
Film, girişte de belirtildiği üzere 1972 yılında yaşanan bir banka soyma olayına dayanıyor ancak, Lumet’in olayı aynen kopyaladığını söylemek doğru olmaz. Sonny (Al Pacino) evli ve iki çocuğu olan birisidir. Bununla beraber Leon adında birliktelik yaşadığı eşcinsel birisinin cinsiyet değiştirme operasyonu için gereken parayı elde etmek adına bu bankayı soymaya kalkar. Bu girişimin başarısız olacağı daha ilk andan belli olur, ekip üç kişiden oluşmakla beraber filmin başında genç arkadaş ekipten ayrılır ve Sonny’nin hediye paketinden silahı çıkardığı sahneyle beraber başarısız bir soygun girişimi gerçekleşeceğini ve nihayetinde ya yakalanacaklarını ya da öldürüleceklerini anlarız. Çünkü o sahne, öyle çekilmiştir ki kahramanın amatörlüğünü güzelce seyirciye gösterir.
Ekibin üç kişi olduğunu ve filmin başında genç arkadaşın ayrıldığını söylemiştik. Kalan ikili Sonny (Al Pacino) ve Sal (John Cazale), bir süre sonra polislerin kapıya dayanmasıyla kendilerini amansız bir rehine pazarlığının içinde bulurlar. Açılıştan başlarsak, Elton John yorumuyla dinlediğimiz “Amoreena” eşliğinde ağustos sıcağından kent manzaralarıyla açılıyor film. Alttakilerle üsttekilerin tezatlığını keskin anlarla veren bu manzaralar, iki saat boyunca göreceklerimize de enfes bir giriş yapıyor. Bankadan içeri adımımızı attığımızdaysa ‘klostrofobik gerilim’ başlıyor. Seti sokağa taşımasıyla ünlü Sidney Lumet, burada da aynı şeyi yapıyor ve Brooklyn’in göbeğinde çekiyor filmini. Böylece vermeye çalıştığı gerçeklik duygusunu sağlam donelerle destekliyor, büyük bölümü banka ve üzerinde olduğu sokakta geçen hikayeye tutunmamızı sağlıyor.
Gerilime dönersek, biri beyin (Sonny), diğeriyse maşa (Sal) görünümündeki iki soyguncunun, polislerle pazarlığa başladıkları andan itibaren yoğun biçimde hissedilen gerilim, bir plandan ziyade plansızlığın uzantısı gibi duruyor. Hem soyguncular hem de polis, ‘beklenmedik’ durumun altında eziliyorlar, kendilerini olduğu kadar kurban konumundaki rehineleri de sonsuz bir gerilimin içine çekiyorlar. Yönetmenin ilk kurguyu beğenmeyip filme 6-7 dakika daha eklettiği, bunu da hikayeyi biraz ‘yavaşlatmak’ için yaptığı bilgisini aklımıza getirdiğimizde, “Köpeklerin Günü”nde yaşanan ‘bekleme geriliminin kaynağını da keşfediyoruz, ki bunu bir ‘tempo sorunu’ olarak görmemek gerek. Frank Pierson’ın bir dergi makalesinden yola çıkarak yazdığı Oscar’lı senaryosu (en iyi orijinal senaryo), özellikle karakterler üzerinde öylesine yoğunlaşmış görünüyor ki, hikayedeki her bir karakterin kendi filmi olabilirmiş gibi. Soygun motivasyonunu filmin ortalarında öğrendiğimiz Sonny, âşık olduğu adamın cinsiyet değiştirme operasyonu için giriştiği bu ‘serüven’de bütün kişilik özelliklerini açığa vuruyor; ölümüne seviyor, ölümüne korkuyor, biraz kaçık, biraz dengesiz, öte yandan da ilginç bir biçimde herkesin istediğinin olması için çabalıyor. Al Pacino’nun bedeninin her noktasıyla bütünleştiği bu karakter, doğal olarak filmin de merkezini oluşturuyor ama diğerlerinin varlığını da gölgelemeden.
Dindar ve az konuşan yoldaşı Sal, Sonny’den korktuğunu gizlemeyen sevgilisi Leon, fedakar banka müdürü, durumun vahametinin farkında olmayan banka memureleri, günü kazasız belasız atlatma niyetindeki polis dedektifi, sinsi hamleler peşindeki FBI ajanı, oğluna kol kanat geren Sonny’nin annesi, iki çocuğuyla hayatta kalmaktan başka bir şey düşünemeyen Sonny’nin karısı, kendini ‘yıldız’ ilan eden pizzacı çocuk, sokakta Sonny’ye destek verenler ve yuhalayanlar, vb. Bir an gördüğümüz tipler bile birer karakter olarak ortaya atıyorlar kendilerini bu filmde. Gücünü de ziyadesiyle bu karakter zenginliğinden/derinliğinden alıyor “Köpeklerin Günü”. En başta da belirtmek istediğim buydu; bu film Pacino’nun göz önünde olduğu ve göz önünde olmanın da hakkını verdiği ancak onun oynadığı karakter dışındaki tüm karakterlerin de ne eksik ne fazla olacak şekilde tam hakkıyla iş yaptığı bir filmdir.
Filmin en önemli unsurlarından biri de ses kullanımı kuşkusuz. Açılıştaki şarkı dışında müziklendirilmeyen yapım, bankanın ve sokağın sesiyle yoluna devam ediyor. Lumet, hikayeyi daha da dramatize etmeye yönelik fazlalıklardan arındırmış oluyor filmini böylece. Başta söylediğimiz gerçeklik duygusunu bastıracak herhangi bir unsuru kadrosunda barındırmıyor yönetmen. Sesin sinemada nasıl kullanılacağına örnek teşkil eden bu çalışmaya, filmin doğal ışıkları da eklenince her şey yerli yerine oturuyor. ‘Yapaylık’, Lumet’in bu noktada tahammül edemeyeceği bir şeye dönüşüyor.
İzleyeni ayağa kaldıran ‘Attica’ sahnesi, Sonny’nin Leon’la yaptığı ‘kahredici’ telefon görüşmesi, Sal’in komik ‘Wyoming’ sahnesi, Sonny’nin banka memurelerinden birine vasiyetini yazdırışı gibi unutulmaz anlarıyla her izleyişimizde sinema sevdamızın coşmasına vesile oluyor.
Filmin ortalarında Sonny’nin eşcinsel olma durumu öğrenilir ve polis kordonu etrafındaki kalabalığın Sonny’ye karşı tutumu değişir bir anda. Sinemada eşcinsellik meselesine dair bir araştırma yaptığımızda karşımıza çıkanları şöyle toparlayabiliriz: Thomas Edison şirketi adına William Dickson'ın yönettiği iki erkeğin birlikte vals yapmalarını gösteren The Gay Brothers (1895) adlı film, sinemada eşcinsel imgesine dair ilk kıpırdanmalardan biridir. Ancak bu film aynı zamanda eşcinsellerin sinemada bir güldürü unsuru olarak yer aldıklarını da örnekleyen ilklerdendir. Sessiz sinema yıllarından 1960'ların sonlarına kadar eşcinsellik aynı zamanda bir "görünmezlik tarihi" olarak yazılmaya devam etmiştir. 1930'lu ve 1940'1ı yıllar boyunca eşcinsel karakterler genellikle erkek başrol oyuncusunun efemine arkadaşı olarak çizilmiş, 1950'lerden 1970'lere kadar eşcinsel karakterler duygusal açıdan çöküntü yaşayan intihar eğilimli kişiler olarak ele alınmıştır. 60'ların sonlan ve 70'lerin başı, gey/lezbiyen hareket için önemli bir dönemeçtir. Bu tarihten itibaren filmlerde de gey görünürlüğünde değişimler gözlemlenmeye başlanmıştır. Gey, lezbiyen, biseksüel ve trans kimlikler, filmlerin ana kahramanları olarak daha fazla yer almaktadır. Örneğin Midnight Cowboy (John Schlesinger, 1969), Boys in the Band (William Friedkin, 1970), Dog Day Afternoon (Sidney Lumet, 1975), Cruising (William Friedkin, 1980), Personel Best (Robert Towne, 1982), ve Lianna (John Sayles, 1982) bu bağlamda çekilen filmlerdir. 1980'lerde Parting Glances (Bill Sherwood, 1986), ve Longtime Companian (Norman Rene, 1990) gibi AIDS'ın etkilerine odaklanan bağımsız yapımlar bir "AIDS sineması" alt türü yaratmışlardır. Philedelphia (Jonathan Demme, 1993) bunu büyük bir gişe başarısı ile ana akım sinemaya taşımıştır.
Bu konu filmin sadece bir boyutu elbette. Ki yönetmen bu mesele öğrenildikten sonra sokakta toplanan kalabalığın tepkisini, polislerin alaycılığını ve Sonny’yi desteklemeye gelen eşcinsellerin tezahüratlarıyla zaten anlatmak istediğini anlatıyor. Ancak filmin ana teması bu değil elbette. Film işsizlik, ekonomi, televizyona 5 saniyeliğine olsa da çıkma, dindarların bakış açıları, hapishanede öldürülen Attica isimli birine yapılan vurgu meseleleriyle başka başka boyutlara da sahiptir.
Filmin adı neden Dog Day Afternoon diye bakarsak, “dog day” ifadesi yaz aylarının sıcak ve bunaltıcı günlerini işaret etmektedir. Adı, “köpek yıldızı” Sirius ile ilişkilendirilen antik Roma’dan gelmektedir. Canis Major (Büük Köpek) takım yıldızındaki en parlak yıldız olduğu için bu şekilde adlandırılmıştır. Romalılar Köpek Günlerinin başında Sirius’un öfkesini yatıştırmak için kahverengi bir köpeği feda ederlerdi çünkü yıldızın sıcak ve bunaltıcı havanın nedeni olduğuna inanıyorlardı. Günümüzde yani modern dönem için bakarsak bu ifade (dog days) köpeklerin ve insanların yaz sıcağında yatmayı tercih ettiği, bunaltıcı sıcakların olduğu, uyuşuk günleri ifade etmektedir. Zaten filmde kan ter içinde kalan karakterler gözümüzün içine kadar sokulur. Böylesi bir durum başka hangi filmde aklımıza gelmektedir? Bu filmdeki gibi tüm karakterleriyle olmasa da başkarakterin sıcaktan bunaldığı 1993 yapım Falling Down (Sonun Başlangıcı) biraz anımsıyoruz. Ki aslında Falling Down izlerken Dog Days Afternoon anımsamamız gerekir.
Gerçek olayda Sal karakteri 18 yaşında biriyken filmde böyle olmadığını görürüz. Yönetmen Lumet bu yaşlara denk afacan fırlama bir tip düşünürken Al Pacino gelip Lumet’e bu rol için John Cazale’i oynatması yönünde ısrar eder. Aradaki ciddi yaş farkına şaşıran Lumet bu durum karşısında afallar ancak John Cazale bir kez oynadıktan sonra şoka girer ve kararını Cazale yönünde kullanır. Ki sonrasında kendisinin ifadesiyle Cazale’nin nereden geldiğini bilmediği (çünkü oyuncuların mahremiyetini ihlal etmek ve kafalarına girmek istemediği) ama sadece bu filmde değil Godfather-II’de de olan bir üzüntü yaşadığı rolüne çok yansımaktadır. (Filmde zaten Sal karakteri donuk yüzlüdür ve sürekli bizim bilemediğimiz ama sanki kendisinin bildiği bir üzüntü içindedir). Neyse Lumet devam şöyle devam eder: Pacino bir sahnede ona “Gitmek istediğin bir ülke var mı?” diye sorduğunda Cazale uzunca düşündükten sonra doğaçlama olarak Wyoming der ve Lumet’in kendisine göre filmin en komik, en hüzünlü ve en favori yeridir. Çünkü senaryoya göre hiçbir cevap verilmemesi gerekmektedir.
Filme
kuşbakışı baktığımızda eşcinsel bir adamın sevgilisinin ameliyat parası için
banka soymaya kalkışan çaresiz bir adamın hikayesi olağandışı ve
cesaretlendirici görünmektedir. “Ya bu film kapalı mekan filmi” diye yorumlar
var. Hem öyledir hem değildir. Bu film bir kapalı mekan filmi ise bir o kadar
da değildir, ancak eğer kapalı mekan filmi değilse de bir o kadar kapalı mekan
filmidir. Bunlara takılmanın alemi yok. Peki Al Pacino denilince akla Godfather’dan
önce neden bu film gelmelidir? Çünkü her ne kadar Lumet, yaşanan gerçek bir
hikayenin dışına çıkarak filmi çekse de Pacino gerçek olayda canlandırdığı
adamı bireberi canlandırmıştır. Yani adamın yaşadıkları, kararları, hal ve
hareketleri, davranışları, eylemleri hepsini birebir canlandırabilmiştir
Pacino. Diğer taraftan Lumet, hikayeye daha fazla hayat katmak için durumsal
mizahta ısrar ediyor. Aslında bazen ne tür bir film izlediğimizi anlayamıyoruz.
Filmde makul miktarda sosyolojik yorum da mevcut. Bunun da en bariz olanı (yukarıda
da değindiğimiz) olay başlar başlamaz toplanan kalabalığın ilk önce kahramanı
alkışladığı, onu polise karşı duran biri olarak gördüğü sahneler ve sonrasında
onun eşcinsel olduğu ortaya çıkınca tavır değiştirmeleri. Klişelerin yokluğu,
olay örgüsünün tamamen öngörülemezliği ve en önemlisi muhteşem nüanslı
karakterleriyle Dog Day Afternoon filmini saygıyla selamlıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder