27 Aralık 2014 Cumartesi

Frankfurt Okulu

Giriş

Frankfurt Okulu, adını Almanya’da Frankfurt Üniversitesi’ndeki Toplumsal Araştırma Enstitüsü ile ilişkilerinden dolayı almıştır. Enstitü, üyelerinden biri olan Felix Weil ve babası tarafından 1923 yılında kurulmuştur. En önemli üyeleri Max Horkheimer (1895-1973), Theodor Adorno (1903-1969), Herbert Marcuse (1898-1979) ve Erich Fromm (1900-180)’dur. Bu kişilerin hepsi varlıklı orta sınıf Yahudi ailelere mensuptur. Hepsi de, politik görüşleri Enstitü’nün devamını imkansız hale getirdiği için 1930’lu yılların ortalarında Almanya’dan Amerika’ya kaçmıştır (Wallace ve Wolf, 2013: 150). 1934’te Columbia Üniversitesi’ne taşınan Enstitü 1949’a kadar faaliyetlerini orada sürdürdü (Slattery, 2012: 203).

Frankfurt Okulu kavramıyla tek bir düşünce biçimi veya belli sayıda üyelerden oluşan bir grup ifade edilmemektedir. Frankfurt Okulu bir düşünce ekolü olup üyeleri ve üyelerinin sayısı değişmektedir. Bu okula mensup kişilerin etrafında toplandığı “Eleştirel Teori” tek bir düşünce kaynağına sahip değildir. Onların birleştiği noktalar, Marksist düşüncenin tekrardan gözden geçirilmesi, Nazi Almanyası ve Sovyet komünizminin otoriterliğinden ve II. Dünya Savaşı sonrası kapitalizmin baskıcı yapısından kaçış olmuştur.

Eleştirel teoriyi tek ve birleşik bir sosyolojik düşünceler topluluğu olarak sınıflandırmak zordur. Daha ziyade o, teorik bir çerçeveyi, Marksizm’i Freudcu kavramlarla, felsefeyi psikanalizle, ekonomik araştırmayı tarihsel ve kültürel analizlerle birleştirmeye çalışan disiplinler arası bir yaklaşımı temsil eder. Eleştirel teori, otoriter bir devlet veya bir tüketim toplumunun ihtiyaç duyduğu ruh veya kişilik tipi hakkında güçlü bir psikolojik analiz içerir (Slattery, 2012: 203-04).

Temel Sosyolojik Yaklaşım ve Toplum Görüşü

Frankfurt Okulu’nun toplumsal çözümlemeye yaklaşımının temelinde iki önerme vardır. Bunlardan ilki, insanların fikirlerinin içinde yaşadıkları toplumun ürünü olduğudur. Onlara göre, düşüncemiz toplumsal olarak oluştuğundan, içinde bulunduğumuz zamanın etkisi ve kavramsal örneklerinden bağımsız, objektif bilgi ve sonuçlara varmamız mümkün değildir. İkinci önerme, aydınların objektif olmaya ve konuyu değer yargısından ayırmaya çabalamalarının gerekmediğidir. Bunun yerine incelemekte oldukları topluma karşı eleştirici bir tavır içinde olmalıdırlar ki, bu tavır sayesinde toplumsal değişim hedeflenmiş olacak ve insanların ne yapmaları gerektiğinin farkına varmaları sağlanacaktır (Wallace ve Wolf, 2013: 152-53).

Bu bağlamda, eleştirel teorinin nesnelliğinin mümkün olmadığına dair görüşü karşımıza çıkmaktadır. Frankfurt Okulu temsilcileri, yazarın üyesi olduğu toplumun değerleri, yargıları ve algılamalarından bağımsız hareket edemeyeceğini belirtmektedir. Dolayısıyla ait olunan toplumun etkilerine açık hatta o toplumun ürünü olduklarını bu nedenle tamamen objektif olamayacaklarını kabul ederler. Ayrıca, onlar modern toplumun egemenlik biçimlerinin bir analizini yapmaktadır. Eleştirel teorinin perspektifinde, modern toplum bireysel özgürlüğün kısıtlandığı ve baskı altında olduğu, eleştiri kanallarının kapatıldığı bir yapıya sahiptir. Kitleler üzerinde ideolojik hakimiyet sağlanarak, bireylerin kitle toplumu içinde manipüle edilir hale geldiklerini ifade ederler. Bu bakımdan Frankfurt Okulu, modern toplumun gözlerden uzak kalacak şekilde egemen konumda bulunanların yararına olan sistemini eleştirerek manipüle edilen bireyleri bilinçlendirme ve farkındalık yaratma çabasındadır.

Modern toplumdaki tüm egemenlik biçimlerinin eleştirel bir analizini ana hedef alan eleştirel teorinin bu özel ilgisi, Frankfurt Okulu teorisyenlerinin içinde yaşadıkları dönemin (totaliter toplumların ortaya çıkışı, Nazi toplama kampları ve Stalin’in tasfiyelerinin yarattığı korkular, otoriteryanizm ve bireysel düşünce ve özgürlüğün bastırılması) bir yansımasıdır. Gelişmiş kapitalizm ve Sovyet sosyalizmi, o döneme kadar insanlar tarafından geliştirilmiş, kalabalık tüm nüfusların ihtiyaçlarını karşılayabilen ancak insanları kitlesel düzeyde kontrol edip güdüleyebilen en güçlü sosyal sistemlerdi. Komünist devletler Marksizm’i kitleler üzerindeki ideolojik hakimiyetlerinin temeli olarak kullanırken, Batı kapitalizmi emekçi sınıfları bir yanlış bilinç ve maddi tatmin duygusu içinde etkisizleştirmek için tüketimcilik ve bireycilik gibi ideolojilere başvurmaktaydı. Eleştirel teori taraftarları bu egemen ideolojileri analiz etmeye ve yönetici sınıfların gücünü veya devletin hakimiyetini, devrimler veya demokrasi gücüyle kırma girişimlerinin neden başarısız olduğunu açıklamaya çalıştılar. Eleştirel teorinin amacı modern toplumdaki bireyi özgürleştirmekti: bu da onlara göre, söz konusu baskıcı güçleri eleştirel analize tabi tutup zayıflıklarını teşhir etmekle ve böylece bu ideolojik şartlanma konusunda bir sınıf bilinci yaratmakla mümkündü (Slattery, 2012: 204-05).

Temel Varsayımlar

Frankfurt Okulu temsilcilerinden Horkheimer ve Marcuse pozitivizmin insan davranışı analizinin fazla determinist olduğunu belirterek pozitivizmi eleştirmiştir. Pozitivizm, insanları oldukça determinist bir neden-sonuç ilişkisi içinde ele alır ve toplum içinde olanları olması gerekenlermiş gibi sunarak mevcut toplumsal düzeni meşrulaştırır. Özellikle bilimin gücü, teknolojik, ekonomik ve siyasal kararların artık bilimsel onaya bağlandığı, bütün eleştirilerin itiraz edilemez karmaşık bilimsel bir söylemle ve teknik ayrıntılarla bastırıldığı, her ilerlemenin bilim adına meşrulaştırıldığı yeni bir teknokratik egemenlik biçimini desteklemek ve güçlendirmek için bizzat yönetime devredilir (Slattery, 2012: 205).

Pozitivizm artık yönetici seçkinler tarafından kendi iktidarlarını meşrulaştırmak ve kişiselliği yok etmek adına bir araç olarak kullanılmaktadır.  Pozitivizmin bir araç olarak kullanılması gerek komünist gerekse kapitalist toplumlarda kontrolün sağlanması ve düzenin devam ettirilerek değişimin engellenmesinde görülmektedir. Bu bakımdan, pozitivizm bir araştırma metodu olarak değil de devletin, medyanın ve yönetici iktidarın sosyal kontrolü sağlamada ve rasyonalizmi artırmada bir araç olarak kullanılması eleştirilmektedir.

İster kapitalist veya komünist isterse demokratik veya totaliter olsun, bütün modern sistemler, mantıksal ilerleme adına bireysel muhalefeti, haklar ve özgürlükleri yok ederek, bilimsel teknikler ve teknolojiyi toplumun temel gücü kılarlar. Bütün bunlar rasyonel ve görünüşte mantıklı gelişmelerdir, ancak bireyin giderek daha güçsüz, soyutlanmış ve hayal kırıklığına uğramış göründüğü, kişisel ilişkilerden çok uzak yabancılaşmakta olan bir dünya yaratırlar. Örneğin Marcuse, Tek Boyutlu İnsan’da – One Dimensional Man (1964) kapitalist toplumdaki iki temel sınıfın etkili tarihsel birimler olmaktan çıktıklarını öne sürer. Hakimiyet artık, sınıflarda değil bilimsel-teknolojik rasyonalitenin kişisel olmayan güçlerin elindedir. İşçi sınıfı kitlesel tüketim ve rasyonel üretim süreçleri tarafından asimile edilirken, ortada hiçbir muhalefet kalmaz (Slattery, 2012: 206-07).

Tek Boyutlu İnsan (One-Dimensional Man) adlı eserinde Marcuse, hem batıda hem de komünist dünyada, modern sanayi toplumuyla ilgili umutsuz bir tablo çizer. Marcuse’un seleflerine göre daha koyu bir teknolojik determinist olduğu söylenebilir. Çünkü o, teknik ilerlemenin bütün itirazları susturan “bütün bir egemenlik ve eşgüdüm sistemini” mümkün kılmış olduğunu söylemektedir. Bu bakımdan, kitle iletişim araçlarınca şartlandırmayı da içine alan toplumsal denetim o kadar güçlüdür ki, düşünce bile eleştiri kaynağı olmamakta, ona da boyun eğdirilmektedir. Marcuse’a göre kültür, bir önceki liberal kültürün yerine geçen totaliter bir toplumsal düzen haline dönüşmüş ve alternatif fikirleri bertaraf ettiği için de “tek boyutlu” hale gelmiştir (Wallace ve Wolf, 2013: 157).

Marcuse, en azından kapitalizmin içinde kullanıldığı şekliyle modern teknolojinin şiddetli bir eleştiricisiydi. O, modern kapitalist toplumda teknolojinin totalitarizme yol açtığını düşündü. Gerçekte o, teknolojinin bireyler üzerindeki yeni, hatta daha etkili dışsal denetim yöntemlerine yol açtığını düşündü. Öncelikli örnek, nüfusun toplumsallaştırılması ve sakinleştirilmesi için televizyonun kullanılmasıdır. Bu bakımdan Marcuse’un teknolojinin modern dünyada yansız olduğu şeklindeki fikri reddettiği ve onu insanlara hükmetmenin bir aracı olarak gördüğü düşünülmektedir. Teknoloji bireyselliği bastırır ve eyleyenin içsel özgürlüğü modern teknoloji tarafından istila edilmiş ve bozulmuştur. Sonuç, içinde bireylerin toplum hakkında eleştirel ve negatif olarak düşünme yeteneklerinin kaybettikleri, Marcuse’un “tek boyutlu toplum” dediği durumdur (Ritzer, 2012: 145).

Bu bağlamda Marcuse, teknolojiyi tek başına düşman olarak değil modern kapitalist toplumda kullanıldığı biçimiyle düşman olarak görmüştür. Teknoloji, egemenliği sürekli güçlendirmekte ve kolaylaştırmaktadır. Bunun önüne geçmek için teknolojinin özgür insanın amaçlarına ve ihtiyaçlarına boyun eğdirilmesi gerekir. Bu açıdan, Marcuse Marx’ın teknolojinin doğası gereği bir sorun olmadığı ve daha iyi bir toplumun geliştirilmesi için onun kullanılabileceği şeklindeki görüşü korumaktadır.

Tüketim olgusu açısından, Marcuse’un kuramının biyolojik bir temel üzerinde yürütüldüğü görülmektedir. Ancak burada “biyoloji” teriminin doğa bilimi olan biyolojiyle aynı anlamı içermediği ve birbirlerinden ayırt edilmesinin bilinmesi gerekmektedir. Marcuse, modern kapitalizmde tüketicinin tüketime bağımlılığının bilinçdışı bir düzeye ulaştığını öne sürmekte ve bunu bir “biyolojik süreç” olarak nitelendirmektedir.

Marcuse, tüketici kapitalizminin yıkıcı etkilerinden uzak bir sosyo-ekonomik değişimin olanaklı ya da düşünülebilir olması için önce “biçimlendirilebilir insan doğasında” “insanın içgüdüsel yapısının derinliklerine” ulaşacak bir iyileştirme düşünülmesi ve sonra bunun bir şekilde gerçekleştirilmesi gerekeceğini öne sürdü. Marcuse, üzerinde modern kapitalizmin, modern dönemde gereksinim duyduğu tüketim arzularının işlenmiş olduğu bir “ikinci bir doğa” bulunduğu fikrini ortaya atmıştır. Değişimin gerçekleşebilmesi için, başkaldırının, bu “ikinci” doğanın kendi içinde oluşan kalıplarına ulaşması gerekir, aksi halde değişim tamamlanmamış olacaktır (Marcuse, 1969a: 11’den aktaran Bocock, 2009: 97).

Marcuse için, tüketim arzularından uzaklaşmayı gerektiren bir değişim zor ama imkânsız değildir. Modern tüketim, tüketim mallarının alış veriş merkezlerinde arzu yaratacak ve arzuları uyaracak şekilde sergilenmesine ve reklamlarının yapılmasına bağlıdır.

Eleştirel teori, kültür endüstrisi (cultural industry) kavramıyla kültürel eserlerin artık bir eğlence tarzı yaratarak insanları kitleler halinde eğlencelere yönlendirdiğini, tüketimin insan ihtiyaç ve gereksinimleri karşılamadan ziyade bir amaç haline geldiğini ifade eder. Kültür artık eleştirel eserler üretememekte, reklamcılık aracılığıyla bireyleri tüketime yönlendirmektedir.

Bu konuda Adorno, özellikle bütün kültürel formları (edebiyat, sanat, müzik eserlerini) analiz etmeye çalışır. Burada amaç, geçmişteki büyük çalışmaların aksine modern kültürün artık günümüzün eleştirel bir analizini yapmadığını veya bir gelecek vizyonu sunmadığını göstermektir. Hatta bu eserler bireysel yetenek ve yaratıcılığı yansıtmaz, onlar piyasada satılmak, kitleleri eğlendirip kontrol altında tutmak amacıyla kitlesel olarak üretilirler. Artık kültür, modern insanın haz ve lüksü devam ettirmeye özendirilmesinde kullanılan bir araç haline gelmiştir (Slattery, 2012: 207). Horkheimer ve arkadaşları popüler kültürü, tamamıyla yönetilmekte olan bir toplumun mensuplarını etkisi altında istediği gibi sevk eden bir araç olarak görmektedir (Wallace ve Wolf, 2013: 155).

Eleştirel teori, geçmişte bireyin daha eleştirel ve özerk olduğunu ancak kitle toplumunun artan gücünün bireyselliği kısıtladığını bu nedenle bireyin özerkliğini yitirdiğini belirtmektedir. Birey, tamamen edilgen bir konumdadır. Etrafında olup bitenlerin arka planını göremeyen birey, kendine sunulan metalar aracılığıyla günlük hayatının sınırlarını aşamamaktadır.

Değer olarak bireyselliğe bağlı olan Horkheimer ve arkadaşları, bireyin rasyonelleşmiş, otomatlaşmış ve tamamen idare edilen bir dünyada bireyselliğin varlığının ortadan kalkacağı endişesini taşımaktadır. Bireyin ve güçlü kişiliklerin zayıflaması sosyalleşmenin bir sonucu olarak görülmektedir. Örneğin, kapitalizmin gelişimi sırasında, devletin gücü artarken ailenin rolü azalır ve özelde babanın otoritesi zayıflar. Babanın gücünün, özellikle evden uzak kalma süresinin artışı nedeniyle zayıflaması, erkek çocukların devlet ve kültür endüstrisinin yarattığı kahramanlar gibi başka rol modellere yönelmelerine yol açar (Slattery, 2012: 207-08).

Frankfurt Okulu temsilcileri Otoriter Kişilik (The Authoritarian Personality) (1950) adlı eserde faşizm, saldırgan milliyetçilik ve ırkçı önyargıların oluşumuna katkıda bulunan kişilik özelliklerini (düşünme biçimi katı, klişeleşmiş, batıl inançlı ve otoriteye körü körüne bağlı standart bir kişilik tipi) analiz etmişlerdir (Slattery, 2012: 207-08). Bu eserde en ön yargılı ve anti demokratik bireylerin belirli ve farklı kişiliklere sahip oldukları ve genel olarak ebeveyn ve çocuk arasındaki ilişkinin baskı ve baş eğme ilişkisi olduğu ve aile üyelerinin uyumsuzluğa karşı çok hoşgörüsüz olduğu ailelerden geldikleri belirtilmektedir. Başka bir deyişle önyargıyı hazırlayan etkenlerin psikolojik olduğu ifade edilmiştir (Wallace ve Wolf, 2013: 155).

Eleştiriler

II. Dünya Savaşı sonrası dönemde eleştirel teori, toplumların refah ve zenginlik bakımından eskiye kıyasla daha iyi seviyede olmakla beraber düşünce ve zihinsel açıdan daha kötü durumda olduğunu ifade etmektedir. Artık kültür, sanatsal ifadelerden çok insanlara oyun ve eğlence aşılayan bir endüstridir. Bilim de benzer şekilde insanlığın aydınlanma amacının dışında kitlelerin sosyal kontrolünü sağlayacak bir araç olarak kullanılmaktadır.

Bu perspektifte, Frankfurt Okulu yazıları, savaş sonrası Avrupa ve Amerika’da öğrenci hareketlerinin geliştiği yeni sol çevrelerine temel teşkil ederek, baskıcı ideolojiler, kültürel yozlaşma ve silahlanma gibi konularda insanlara ilham kaynağı olmuştur. Kitle toplumunun gelişimi, sosyal kontroller ve ideolojik şartlanmalarda artış ve bireyselliğin zayıflaması eleştirel teorinin ana konusu olmuştur. Bu nedenle, tekelci kapitalizm, devlet, bilim ve teknolojinin rolü üzerine eleştirileriyle Batı dünyasının farklı yerlerindeki düşünce akımlarına kaynak oluşturmuşlardır. Tüm bunlarla beraber, Frankfurt Okulunun çalışmalarında bütünlük ve düzen tam olarak belirgin olmayıp, detaylı analizlerden ziyade genellemelere yer verilmektedir. Ayrıca ekonomik faktörler ihmal edilerek kültür ve ideolojinin gücü gereğinden fazla vurgulanmıştır. Eleştirel teori, esasen bireyin kitle toplumu içerisinde ve modern toplum içinde tekil olarak ele alınmasına dair bireyselliğin savunusudur (Slattery, 2012: 210-12).

Kaynaklar

Poloma, M. M. (2012). Çağdaş Sosyoloji Kuramları. (Çev. Hayriye Erbaş). (Beşinci Baskı). Ankara: Palme Yayıncılık. (Eserin orijinali 1982’de yayımlandı)

Bocock, R. (2009). Tüketim. (Çev. İrem Kutluk). (3. Baskı). Ankara: Dost Kitabevi, (Eserin orijinali 2000’de yayımlandı)

Ritzer, G. (2012). Modern Sosyoloji Kuramları. (Çev. Himmet Hülür). Ankara: De Ki Basım Yayın. (Eserin orijinali 2000’de yayımlandı)

Slattery, M. (2012). Sosyolojide Temel Fikirler. (Çev. Özlem Balkız, Gülhan Demiriz, Hacer Harlak, Cevdet Özdemir, Şebnem Özkan). (Beşinci Baskı). Ankara: Sentez Yayıncılık. (Eserin orijinali 1991’de yayımlandı)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder