28 Ocak 2014 Salı

Modernleşen Türkiye’nin Tarihi - Erik Jan Zürcher

Osmanlı Devleti Sünni İslam’ın dünya üzerindeki koruyucusu olma ideolojisine sahip olmakla beraber Hristiyan veya diğer dinlere mensup toplulukları din değiştirmeye zorlamayan bir yapıya sahipti. Din ve devletin özdeşleşmesi farklı eğilimlere sahip olan veya aykırı nitelikteki Müslümanlarla karşı ise sert şekilde mücadele edilmekteydi. Devletin bekası kutsal kabul edilerek en büyük öncelik sayılmıştır. Her ne kadar şeriat, devletin temel hukuk kaynağı olarak görünse de 18. yüzyılda aile hukuku ve mülkiyet konularını düzenlemenin dışında pek bir fonksiyonu bulunmamaktaydı. Bu durum, siyaset ve din ayrımının gözetilerek pratik faydaların ön planda tutulduğunu göstermektedir. Mutlak gücü temsil eden sultan ile halk kitlesi (reaya) arasında kesin bir ayrım vardı. Sultanın etrafında, ordu ve saray işlerinden sorumlu “askeri” yöneticiler ile eğitim, adli ve din işlerinden sorumlu “ulema” yer almaktaydı.

Tarım ekonomisine dayalı olan Osmanlı Devleti, merkantilist politikalar geliştirmeyen kapitalizm öncesi bir devletti. Tarım dışı üretim ise küçük işletmelerden oluşan lonca teşkilatı aracılığıyla gerçekleştirilmekteydi. Loncalar kendi üyeleri dışındakileri uğraş alanları dışında tutarak geçimlerini sağlayan, yeni teknik ve metotlara kapalı olan örgütlerdi. Bununla beraber loncalar din etkisi altında ahlaki öğretilerin hüküm sürdüğü organizasyonlar olarak göze çarpmaktadır. 18. yüzyılda uzun mesafeli ticaret yolları batılı devletlerin hakimiyetinde olup Osmanlılarda ticaret daha çok yerel düzeydeydi. Devletin esas gelir kaynaklarından biri olan vergilerin temininde iltizam sistemi uygulanmaktaydı. Bu sistem, belirli bir bölgede belirli bir dönemde vergi toplama hakkının devletçe açık artırmayla satılması ve bu hakkı alanın parayı devlete önceden ödemesi anlamına geliyordu. Ancak bu durum, hakkı alanın (mültezim) köylüler üzerinde aşırı yük getirmesine neden olmaktaydı. Esasen Osmanlı Devletinin ekonomik yönden geri kalmışlığı, ticari faaliyetlerde yetersizliği ve kapitalizme geçemeyişi 19. yüzyılda birçok sorunun temel kaynağı olacaktır. Ordunun yenilenmesi, okulların ve eğitim sisteminin değiştirilmesi ve bürokrasi mekanizmasında meydana getirilmeye çalışılan değişiklikler için büyük bütçeler gerecek, ancak yetersiz Osmanlı ekonomisi bunu karşılayacak güce sahip olmadığından halk üzerindeki vergi yükü artacak ve dış borçlanmaya bağımlı hale gelinecektir. Sanayileşmenin gerisinde kalma, dünya piyasalarındaki gelişmeleri takip edememe ve ticari alanda gelişim gösterememenin yanında tarım gelirleri, vergi ve toprak kazanma yoluyla temin edilen ganimetler ile elde edilen kazancın yetersiz kalması ekonominin çökmesine neden olacaktır.

18. yüzyılda Sultan III. Selim o tarihe kadar pek denenmemiş bir yöntemle Avrupa ülkelerine elçiler göndererek Avrupa usullerini öğrenmeye ve iletişim kanallarını açık tutmaya çalışmıştır. Bu yüzyılda Osmanlı Devleti’nin parçalanmasında etkili olan esas faktör Fransız Devrimiyle ortaya çıkan fikirlerdir. “Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” sloganlarından özellikle “özgürlük” Osmanlı içinde yer alan gayrimüslim topluluklar arasında Müslümanlar ile eşit haklara sahip olmaktan çok bağımsızlık talebi şeklinde yankı bulmuştur. Ülke içindeki azınlıkların başta Rusya olmak üzere diğer Avrupa devletlerince bağımsızlıklarını kazanmaları yönünde desteklenmesi Osmanlı topraklarının parçalanmasına neden olacak, Balkan ve Arap toprakları kaybedilecektir.

Osmanlı tarihi açısından 19. yüzyılın başındaki en önemli hadiselerden biri yerel güçlerin merkezi otorite karşısında kısmen de olsa söz sahibi olarak gözükmesini ve halk ile devlet arasında aracı konuma kavuşmasını sağlayan 1808 tarihli “Sened-i İttifak” Belgesinin imzalanmasıdır. Bu belge ile vali, zengin tüccar veya sarraf gibi farklı sosyal kökenlere rağmen nüfuz sahibi kişi veya aileler olan ayanlar devletin ortakları olarak tanınmış olmaktadır. Esasında ayanların bu gücü yukarıda bahsedilen iltizam sistemine hakim olmalarından kaynaklanmaktaydı. Sened-i İttifak Osmanlı yurttaşlarının haklarının savunması temelinde ortaya çıkan bir belge olmayıp, hükümdarın ayanları tanıdığı bu bakımdan da yerel güç odakları ve merkezi otorite arası bir belge niteliğindedir.

Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyıl süresince karşılaştığı olaylar reformlar, toprak kayıpları ve ülke içi istikrar bakımından birçok sorunu beraberinde getirmiştir. Bu dönemde ülke siyasetinin gideceği yönü tayinde ekli isimlerden biri Mehmet Ali Paşa’dır. Mısır valisi olan paşa, II. Mahmut’un ülke içi denetimi ve otoriteyi tekrar tesis etmeye çalıştığı dönemde hem Arap hem de Yunan isyanlarının bastırılmasında sultanın başvurmak zorunda kaldığı bir kişidir. Mehmet Ali Paşa’nın, özellikle Yunan isyanının bastırılmasında harcadığı masrafların karşılığı olarak birtakım talepleri sultan tarafından karşılık görmeyince Suriye ve daha sonra da Konya civarında Osmanlıları mağlup etmiştir. Bu durum, devletin kendi valisi karşısında aciz kaldığının çok açık bir göstergesidir. Ruslardan yardım almak zorunda kalan Osmanlı Devleti nihayetinde M. Ali Paşa’nın taleplerini kabul ederek Suriye valiliğine paşayı geçirmiş ve paşanın oğlu da Adana bölgesi vergilerini toplama hakkını elde etmiştir.

Osmanlı reform hareketleri bağlamında, Sultan II. Mahmut’un geçmiş kurumların ortadan kaldırılması, kökleşmiş yapının değiştirilmesi kısaca yerleşik düzeni ortadan kaldırma çabası önemli bir noktadır. II. Mahmut mevcut kurumların revizyonu veya iyileştirilmesini değil lağvedilmesini öngörmekteydi. Bu anlayış çerçevesinde, hem ordu üzerindeki otorite boşluğunun ortaya çıkması hem de reformların gerçekleştirilmesine yönelik en büyük engel olması nedeniyle Yeniçeri Ocağı’nın kapatılması gerekmekteydi. Osmanlı tarihinde “Vaka-i Hayriye” olarak yer alan bu olay ile ordunun lağvedilmesinin yanında reformlara karşı direnç gösteren ve yeniçerilerle sıkı bağlara sahip ulemanın etkinliği azaltılmıştır. Sultan ordu üzerinde tam bir otorite sağlayarak taşra ve eyaletler merkezi yapı altında düzene girmesi ve böylelikle istikrarın sağlanmasını hedeflemekteydi. Yeniçerilerin ortadan kaldırılması devlet içinde örgütlü bir silahlı güç bırakmadığından en hızlı şekilde yeni bir ordunun kurulması gerekmekteydi. Batı tarzında bir ordunun kurulmasında başarıya ulaşılmıştır. Yeni ordunun eğitiminde Prusyalı subaylara yer verilmesi Osmanlı Devleti’nde Alman geleneğinin başlamasını sağlamıştır. Ancak bu zaman zarfında silahlı güç boşluğun oluşmuştur. Bu durum Avrupa ülkelerinin desteği ile Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasında büyük rol oynamıştır. Modern bir ordu kurmanın ülke içi kontrolün sağlanmasına yetmeyeceğinin bilincinde olan II. Mahmut, bürokrasi mekanizması, vergilendirme ve eğitim alanlarında reformlar gerçekleştirmeye gayret etmiştir. Elbette yeni reformların hayat bulması yetişmiş yeni kadrolarla mümkün olacağından, Avrupa ülkelerine öğrenciler gönderilmeye başlanmış ve batı tarzı okullar açılmıştır. Ancak yeni neslin yetişmesi yüzyılın ortalarını bulacaktır. Reformlar merkezdeki yöneticilerin siyasi tercihlerinin bir sonucu olup halk tabanında gelen talepler üzerine doğmamıştır. Reformların aksaklığında ve istenilen neticenin elde edilememesinde en büyük neden ekonominin yetersizliğidir. Reformlar ekonominin düzelmesine istenen katkı sağlayamamıştır. Kaldı ki reformların esas odak noktası maliyenin düzeltilmesi değildir. Ordu, eğitim, bürokrasi, iletişim ve vergilendirme reformlarının yapılabilmesi büyük maliyetler gerektirmiş ve bunu karşılamada yetersiz olan Osmanlı ekonomisi giderek daha fazla dış borçlanmayla ayakta kalabilmiştir.

1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı ile halkın can, mal ve namus güvenliği güvence altına alınmış ve Hristiyanlara eşit haklar verilmiştir. Osmanlı Hristiyanlarına eşit hakların verilmesiyle onların bağımsızlık milliyetçi ve ayrılıkçı taleplerle gündeme getirdikleri bağımsızlık isteklerinin giderileceği düşünülmüştür. Hristiyan cemaatlerin Osmanlı içindeki ikinci sınıf konumlarından kurtulmalarına yönelik böyle bir adım da şüphesiz dış baskıların etkisi büyüktür. 1839’dan 1870’li yıllara birçok alanda reformlar gerçekleştirilmiştir. Tüm çabalara rağmen azınlıkların milliyetçilik fikrine dayanarak bağımsızlıklarını kazanma mücadeleleri Avrupa ülkelerinin desteği ve Osmanlı içişlerine müdahalesiyle başarıya ulaşmıştır. Avrupa’daki devletler arsası güç dengesi her seferinde devreye girmiş bir ülkenin Osmanlı içindeki kendine yakın azınlığı desteklemesinde diğer Avrupalı ülkeler Osmanlının yanında yer almış ancak her seferinde Osmanlı Devletinin ülke kontrolündeki hakimiyeti giderek kaybolmuştur. Zaten “doğu sorunu” büyük güçlerin Osmanlı Devletinin parçalanmadan güç dengesinin sağlanması eğer parçalanacaksa da bunun kontrollü bir şekilde gerçekleştirilerek güç dengesinin nasıl bozulmadan ayakta kalacağının tanımlanmasıdır. Merkezi bürokraside bakanlıkların kurulması, taşra yönetim reformları, vergilendirmede iltizam sisteminin kaldırılması, gazeteler çıkarılması gibi kültürel yenilikler, laik eğitim kurumlarının açılması ve ekonomi iyileştirme gibi yenilik hareketlerine rağmen Tanzimat dönemi reformları halkın isteğine dayanmamıştır. Yöneticiler gerekli gördükleri reformları yaparak bunları halka zorla kabul ettirmeye çalışmışlardı bu nedenle reformlara hiçbir zaman geniş kitle desteği yoktur. Ayrıca bu tarz bir reform anlayışına karşı olan gruplarda bulunmaktadır. “Yeni Osmanlılar” olarak adlandırılan bu kesim İslami değerlerle ile liberal akımların birlikte savunulmasını ve çözümün temsili, anayasal ve parlamenter bir rejimin olduğu Müslüman ve gayrimüslim tüm toplulukların eşit yurttaş kabul edildiği bir sistemle mümkün olacağını savunmuştur.

1876 yılında ilk anayasanın (Kanun-i Esasi) kabulü ile kurulan parlamento faaliyetlerini uzun süre devam ettiremeden 1908’de ikinci kez açılana kadar 1878 yılında Sultan II. Abdülhamit tarafından kapatılmıştır. Sultan, bugün hala üzerinde tartışmalar süren bir kişidir. Kimilerine göre baskıcı, özgürlükleri kısıtlayıcı, sansür uygulayan ve devletin gerilemesine neden olan biri iken diğerlerine göre 30 yıl boyunca devleti ayakta tutan, yeni reformlarla ülkenin gelişmesine katkı sağlayan örnek alınacak bir kişidir. II. Abdülhamit döneminde çok az dış borç alınmış, alınandan fazla eski borçlar ödenmiş, telgraf ve demiryolu hatları ile ulaşım imkanları genişletilmiş ve bu sayede merkezi otorite tekrar tesis edilmiş, batı tarzı modern okulların açılması ile insan kaynağı yetiştirilmiştir. Bunlarla beraber, liberalizm, meşrutiyetçi yaklaşımlar ve milliyetçiliğe tamamen karşı çıkmış, gazete ve dergilere sansür getirilmiştir. Sultanın açtırdığı yeni eğitim kurumlarından yetişen subay ve bürokratlar anayasal düzen ve liberal düşünceler de yetişen Osmanlı aydınları olmuşlardır. Batıyı yakından tanıyan bu kişiler sultanın açtırdığı okullardan mezun olmakla beraber sultanın sansür uyguladığı fikir ve görüşlerin savunucusu olmuşlardır. Bu durum sultanın en zayıf noktası olmuş, yeni yetişen genç kesime sadakat aşılayamamıştır. Anayasal sistemin tekrar getirilmesi için sultana karşı gizli örgütlenmeler baş göstermiştir. Memur, subay ve aydınlardan oluşan örgüt kendi içinde birçok liderlik mücadelesine sahne olduktan sonra “İttihat ve Terakki Cemiyeti-İTC” adını almıştır. Kendilerine “Jön Türkler” diyen örgüt üyeleri anayasayı ve parlamentoyu geri getirme niyetindedir. Rusya ve İngiltere’nin Makedonya üzerinde yabancı denetimini öngören plan yaptıkları bilgisi İTC’ye ulaşınca eyleme geçilmiş ve sultan Kanun-i Esasiyi tekrar yürürlüğe koymak zorunda kalarak parlamentoyu 30 yıl aradan sonra tekrar açmıştır.

İTC resmi bir sorumluluğu olmadan siyasal iktidarı elinde tutan, ona baskı uygulayan ve parlamento üzerinde etki sahibi gizli bir cemiyet olarak, 1908’den sonra kısa bir süre devam eden huzur ve özgürlük ortamının aksine ilerleyen yıllarda istikrarsızlığa neden olmuştur. Özellikle 1909 yılındaki ulema ve tarikat çevrelerinin Jön Türklerin laik eğilim ve politikalarına karşı olmaları nedeniyle ayaklanmaları ve geniş çaplı propagandaları İTC’nin kontrolü sağlamada yetersiz olduğunu cemiyet üyelerinin de fark etmesini sağlamıştır. Hemen sonrasında Balkan Savaşları ile Makedonya, Bulgaristan ve Trakya’nın bazı bölgelerinin kaybedilmiştir. İTC Balkan Savaşları ile Osmanlıların diplomatik açıdan tecride maruz bırakıldığını ve bu durumun devam etmesinin ülkenin sonu olacağını anlamışlardır. Hem bu yalnızlık korkusu hem de Avrupa devletlerinden sadece Almanya’nın Osmanlılar ile ittifak yapmaya yanaşması nedenleri İTC’nin eski ve tanınmış üyelerinden Enver Paşa Harbiye Nazırı sıfatıyla Almanya ile ittifak hazırlıklarına başlatmış ve Osmanlı Devleti ile Almanya arasında gizli bir anlaşma imzalanmıştır. Almanlar bu ittifak ile Osmanlıların İngiliz ve Fransız sömürge bağlantılarını kesmelerini ve Rusya’nın boğazlardan savaş gemisi geçirmesini engellemeyi ummaktaydı. I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle Almanların isteği üzerine imkanlar elvermese de birçok Osmanlıları birçok cephede savaşmak zorunda bırakmıştır. Ordu lojistik yetersizliğin ve ulaşım sıkıntısının yanında hastalık ve açlıkla da mücadele etmekteydi. 1917 Kasımındaki Bolşevik Devrimi ile Rusların çekilmesi hem Osmanlıların 19. yüzyılda bölgede kaybettikleri toprakları geri almasını hem de sonraki dönemde buradaki kuvvetlerin milli mücadelede kullanılmasını sağlayacaktır. İtilaf devletlerinin Çanakkale Boğazından geçerek İstanbul’u işgal etme düşünceleri gerçekleşmese de savaş bittiğinde Osmanlıların İstanbul’un İngilizlerce işgaline karşı yapabileceği bir şey kalmamıştı.

1908’le başlayan II. Meşrutiyet döneminin fikir tartışmalarına bakacak olursa, Osmanlı coğrafyasında yaşayan herkesi dil ve inanç gözetmeksizin eşit haklarla birlikte olmaya çağıran “Osmanlıcık” akımının 1913’de Balkan Savaşlarıyla bu akım adına tüm umutlar tükenene kadar devam ettiğini görmekteyiz. Müslüman kimliğin ana birleştirici unsur olduğu savında olan “İslamcılık” ise beklenen etkiyi gösterememiş İslam’ın hakim olduğu birçok toprak kaybedilmiştir. Balkan Savaşlarının sonucu tüm Türkleri birleştirmeyi “Türkçülüğün” daha ön plana çıkmasına neden olmuştur. Bunlarla beraber tüm Osmanlı unsurlarının terk edilerek tamamen batılılaşmayı savunanlar ile batıya ait ne varsa karşı olan ve batıdan gelecek tüm etkilere kapalı olanların yanında bir yandan İslam uygarlığına bağlı kalarak diğer yandan batı modernleşmesinin temin edilmesinin gerektiğini dile getiren İslamcılar da vardı. Esasında İTC üyeleri ideolog olmayıp eylem adamı olma niteliğine sahiptir. Gelişen şartlara göre politika üretmekteydiler.

Savaş sonrası imzalanan Mondros Antlaşması çok ağır maddeler içermekteydi. Ordu terhis edilmiş, boğazların kontrolü İtilaf devletlerine geçmiş, telgraf ve demiryolu hatlarına el koyulmuştu. İTC yöneticileri henüz savaş sırasında Anadolu’da ulusal bir direnişe dair planları hazırlamış ve ülke içinde birtakım yerlere silah ve mühimmat depoları yerleştirerek gerilla çeteleri oluşturmayı planlamıştır. 1908 devriminde 1909 isyanını bastırılmasında yer almış, 1911’de Libya’da İtalyanlara ve Çanakkale’de İtilaf Devletlerine karşı mücadelede bulunan Mustafa Kemal hem ordu içinde üne sahip hem de İTC’nin 1913’den sonraki etkin siyasi kadrosunda bulunmadığı için siyasi olarak da lekesiz biriydi. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a gidişinin ardından Anadolu’nun güvenli vilayetleri olan Sivas ve Erzurum’da kongreler düzenlenerek tüm yurtta müdafaa-i hukuk cemiyetleri kurulmuştur. Esasen bu örgütlerin oluşumuna İTC’nin Anadolu şubelerini kaynak teşkil etmiştir. Halk, vatanın bölünmez bütünlüğü ve kaderinin milletçe tayini ilkelerini esas alarak yerel örgütlenmelerle direniş hareketini başlatmıştır. Yerel silahlı güçlerin örgütlenerek bölgelerinde direniş başlatmaları bağımsızlığın kazanılmasında büyük rol oynamıştır. Savaş ertesi dönemde silahlı kuvvet ülke içinde bulunmamaktaydı. 23 Nisan 1920’de Atatürk ve silah arkadaşlarının Ankara’da meclis açıp yeni hükümetin kendileri olduğu ilanıyla İstanbul hükümetini geçersiz saymışlardır. 1920-21 yıllarında kurtuluş mücadelesinde Kazım Karabekir, İsmet İnönü ve Ali Fuat Cebesoy gibi birçok önemli isim görev almıştır. Bu isimler askeri açıdan Atatürk’ün otoritesine sadık kalıp onu destekleseler de siyasi bakımdan Atatürk’ün otoritesi tartışılır durumda olacak ve ilerleyen yıllarda kişiler arası mücadeleler yaşanacaktır. Yerel direniş teşkilatlarının yanında 16 Mart 1921’de Sovyet Rusya ile imzalanan anlaşma ile silah ve para yardımının sağlanması mücadelenin kazanılmasında etkili olmuştur. İşgal altında bulunan Anadolu’nun milli mücadelede yanında bulunmasını istediği yardımcı bir güce ihtiyaç duyması ve bunun sonucu olarak dönemin idarecilerinin sol akımları destekleme düşüncesini benimsememelerine rağmen o yılların şartları gereğince Sovyetler ile yakın ilişkilere girmişlerdir.

Kurulan ilk meclis farklı görüşlerin dile getirildiği zaman zaman sert tartışmaların yaşandığı bir yapıya sahipti. Böyle bir yapı Atatürk’ün otoritesinin tartışılması ve politikalarına eleştiriler getirilmesi sonucunu doğurdu. Lozan Antlaşması’nı kabul eden ve cumhuriyet reformlarını gerçekleştiren Atatürk’ün adayların geçmişlerini ve niteliklerini bizzat incelediği ikinci meclis olmuştur. Cumhuriyetin ilan edildiği 1923’te ülke yoksullaşmış, nüfusu savaşlar nedeniyle azalmış, Ege Bölgesi’nin birçok yerleşim yeri Yunanlılarca yakılmış, iş sahalarında insan kaynağı yetersiz, giden Ermeni ve Rumlar nedeniyle de sanayi ve ticarette teknik bilgiden yoksun haldedir.

Her ne kadar saltanat kaldırılmış ve cumhuriyet ilan edilmiş olsa da halifelik makamı kaldırılmamıştır. Ancak halife ve meclis arası ilişkiler belirsizdi. Sadece biçimsel anlamda bile olsa halifenin devletin başı olarak kabul edilme durumu ve yetkisinin Türk topraklarını aşması gerçeği gözden kaçmamıştır. Ayrıca Atatürk’ün siyasi alanda üstünlüğüne karşı tek ağırlığın halife olduğuna inanılmaktaydı. Bu çerçevede halifelik siyasi otoritede boşluk yaratma ve ülke temsilinde ikicilik oluşturma görüntüsü vermekteydi. 1 Mart 1924’te halifelik kaldırıldı.

Milliyetçi nitelikteki yeni cumhuriyet rejimi Kürtlere karşı baskıcı bir politika gütmüş, Kürtçenin aleni kullanımı yasaklanmış ve Doğu Anadolu’daki nüfuslu Kürt aileler zoraki yöntemlerle batı bölgelerine göç ettirilmişti. Hilafetin kaldırılmasıyla Türk ve Kürtleri birbirini bağlayan dini unsurda zedelenmişti. Kürtlerin halk tabakası şeriat ve hilafetin geri getirilmesini isterken lider takım özerklik talebindeydi. Tüm bu etkenlerin birleşimiyle ortaya çıkan Şeyh Sait İsyanı laik ve milliyetçi cumhuriyet tarafından sert şekilde bastırılmıştır. Takrir-i Sükun Kanunu ile hükümet kamu düzeninin bozulmasına yol açtığına karar verdiği bütün örgüt ve yayınları yasaklama yetkisine sahip oldu. Yukarıda isimleri sayılan Atatürk’ün silah arkadaşlarının kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da bu kanun kapsamında kapatılmıştır. Bu isimler, Atatürk’e İzmir’de bir suikast girişimi olayında tekrar gündeme gelmiş birçok tutuklama ve idama rağmen kamuoyu ve ordudan gelen memnuniyetsizlik nedeniyle idam edilmemişlerdir. Bu isimlerin siyasi arenada liderlik ve otorite konularında ekonomi ve halkın reformları desteklememesi gibi yolları kullanarak muhalefet edebileceği Atatürk tarafından bilinmekteydi. Nitekim “Nutuk” bu isimlere yönelik eleştiriler içeren, Atatürk’ün kendisini milli mücadelenin yöneticisi olarak belirttiği ve bu mücadelenin esasının yeni Türk devleti kurmak olduğunu vurguladığı bir eserdir.

Siyasi alanda tam hakimiyetin sağlanmasıyla, otoriter, milliyetçi ve laik bir anlayış etrafında reform hareketlerine başlanılmıştır. Reformların amacı toplumun laikleştirilmesi ve modernleştirilmesidir. Dini nikah ve çok eşliliğin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, dini kılık kıyafetin yasaklanması, şeriye ve evkaf vekaletinin kaldırılması, batı ülkelerinde kanunların alınması vb. reformlar esasında Tanzimat ve İttihatçı reformlar devamı niteliğindedir ve 1908 sonrası Jön Türklerin reform amaçları ile benzer amaçlar gütmektedir. Ancak mülkiyet haklarını düzenleyen sosyo-ekonomik reformları geliştirilmemiştir.

1925’te Takrir-i Sükun Kanunu ilanından sonra tüm muhalefet susturularak otoriter tek parti yönetim biçimi uygulanmıştır. Cumhuriyet Halk Fırkası-CHF her bakımdan bir iktidar tekeli kurmuş ve 1931’de siyasal sistemi tek parti sistemi olarak resmen ilan etmiştir. Bu tarihten itibaren parti ile devlet özdeşleşmiştir. Valiler bulundukları illerin CHF şube başkanı sayılmıştır. Oylamalar bir formaliteden ibaret olup meclis grubu toplantılarının işlevi kabine kararlarının onaylanmasıydı. Vatandaşların kendi inisiyatifleri ile meclis seçilme ihtimalleri yoktu. Parti ve devlet arası birlik ve özdeşleşme, partinin bağımsız ideolojik ve örgütsel kişilik geliştirmesini engellemiş parti yoğun biçimde bürokratikleşmiştir. Ülke içinde büyük bir ekonomik bunalım olmasına rağmen CHF gündeminde bu durum yer almıyordu. Atatürk kendisine gelen raporlar ve kendisinin Anadolu ziyaretleri neticesinde toplumsal hoşnutsuzluğu gidermek ve CHF’nın rehavet durumundan harekete geçmesini sağlamak adına Serbest Cumhuriyet Fırkasının-SCF kurulmasına izin verdi. Atatürk’ün isteği üzerine laiklik ve cumhuriyete sadık kalmak şartıyla bu partiyi kuran Fethi Okyar o dönem başbakan olan İnönü’nün politikalarını eleştiren bir kişidir. Yeni kuruluna bu parti CHF’nı telaşa düşürecek şekilde halk tarafından büyük sevinç ve coşkuyla karşılanmış ve parti üyeliği için şubelere çok sayıda vatandaş müracaat etmiştir. Belediye seçimlerinde 502 belediyeden 30’unu kazanan parti CHF’nın usulsüzlük yaptığını dile getirmiştir. CHF ve SCF arası şiddetlenen sürtüşme ve suçlamalar neticesinde Okyar partiyi kapatmıştır.

Serbest Cumhuriyet Fırkasının tecrübesi ile halkın yönetime karşı öfke ve muhalefetin derecesi gün yüzüne çıkmıştır. Bu olaydan sonra toplumsal ve kültürel örgütlenmeler yasaklayıp, kültürel ve düşünsel yaşamı doğrudan denetim altına alınmıştır. 1933’te Darülfünun üniversite olarak yapılandırırken Kemalist çizgide olmayan öğretim görevlileri kürsülerini kaybetmiştir. Basın ve eğitim kurumları Kemalist ideolojiyi yaymak için seferber olmuştur. Kemalist önderler modern, laik ve bağımsız Türkiye tasavvurunu birçok kişiye aşılamış, kendilerini bilgisiz vatandaşlara rehberlik etme görevini üstlenmiş seçkinler zümresi olarak görmüşlerdir. Kemalizm’i oluşturan unsurlardan laiklik çok katı bir hal alarak din ve devlet işlerinin ayrımını aşan bir çizgide din üzerinde devletin denetimini ve kamusal alanın dışında dinin varlığını kabul eden bir yaklaşım olmuştur. Milliyetçik ise yeni tarihi efsanelerin üretilip toplumun yeni kimliğini kazanmasında kullanılmıştır. Halkçılık, ulusal dayanışma ve ulus çıkarlarının topluluk ya da sınıf çıkarlarından üstün tutmanın ifadesidir. İnkılapçılık ise sürekli değişme ve Kemalist reformları destekleme anlamına gelmektedir. cumhuriyetçilikle beraber bu altı ilke 1937 yılında anayasaya girmiştir.

Yukarıda bahsedilen reformlara ek olarak 1928 yılında Latin harflerinin kabulü toplumsal hayatı tamamen etkilemiştir. Reformun okuryazarlık oranının artırılması ve dil öğrenim ve öğretimin ile batıyla olan iletişimde kolaylık sağlayacağı doğruluğunun yanında hızlı ve zorla gerçekleştirilmiş olmasının sebebi ideolojik olup toplumun Osmanlı ve Ortadoğu’nun İslami geleneklerinden kopartılması da amaçlanmıştır. 1935’te bütün dillerin Orta Asya’da konuşulan ve eski dönemlere ait bir dilden türediği ve tüm diller içinde bu dile en yakın olanın Türkçe olduğu ve diğer bütün dillerin Türkçeden geçerek gelişmiş olduklarını kabul eden Güneş Dil Teorisi ortaya atıldı. Bu teoriye göre eğer tüm sözcükle aslen Türkçeden geliyorsa, dilde sadeleştirme amacıyla sözcük tasfiye etmeye gerek yoktu. Bu teori eğitim kurumlarında zorunlu kurslarla öğretilmiştir. 1932’de ise Türk Tarih Tez’i ortaya atılarak, Türklerin Orta Asya’nın beyaz ırklarında olup çok eski dönemlerde kıtlık ve kuraklık nedeniyle Avrupa, Çin ve Yakındoğu gibi bölgelere göç ettiğini dile getirmiştir. Yakındoğu’daki Sümerler ve Hititler aslında Türklerdir. Bu tez ile Türklerin büyük uygarlık kurucularından olduğu savunularak Anadolu’nun çok eski tarihlerden beri Türk olduğu ifade edilmiştir. Bu düşüncüler etrafında Türk Tarih Tezi Osmanlılardan bağımsız bir övünç duygusunun aşılanmasıyla yeni bir ulusal kimlik ve birlik kurulmaya çalışılmasında araç olarak kullanılmıştır.

Tek parti döneminde ekonomide özel kesimin gereken sermayeyi biriktiremediği sanayileri kurmak ve işletmek için devletin sorumluluğu üstlenmesi anlamına gelen “devletçilik benimsenmiştir. Bu kapsamda devletçilik, sosyalizm ve liberalizm arası bir ekonomi anlayışı olarak görülebilir. İnönü’nün Atatürk’ün ölümünden cumhurbaşkanlığı görevini yürüttüğü yıllarda II. Dünya Savaşı ülke ekonomisine asker sayısının artırılması ve askeri donanımlar nedeniyle büyük yük getirmiştir. Ürünlere el konulmasına, fiyatların belirlenmesine, zorla çalıştırmaya olanak sağlayan kanunlar ve artan vergilerle vatandaş üzerindeki mali yük çok fazla artmıştır. Karaborsa ürünlerin olduğu piyasada ekonomik denge alt üst olmuş vatandaş yaşam seviyesinde hızlı düşüş yaşayarak yoksulluklar içinde hayatını devam ettirmiştir.

1923-45 arası dış politikada 1923’te kurulan devletin mevcut durumunun muhafazası ekseninde bir siyaset izlenmiştir. Balkan ve Ortadoğu ülkeleri ile imzalanan antlaşmalar ile komşularla ilişkilerin iyileştirilmesi sağlanmıştır. 1936’da boğazlar silahlardan arındırılarak tam egemenlik sağlanmıştır. 1939’da Hatay’ın Türkiye ile birleştiğini meclis tarafından ilanı son toprak kazanımı olmuştur. II. Dünya Savaşı’nın başlangıcından bitişine kadar Türk dış politikası ülkeyi savaş dışında tutma gayreti içinde şekillenmiştir. Basın ve siyaset savaş boyunca sıkı denetim altında tutularak ülkenin çatışma dışında kalması doğrultusunda yönlendirilmiştir. Böyle bir politikanın izlenmesinde I. Dünya Savaşı’nda Almanların güdümünde hareketin ülkeye getirdiği felaketlerden çıkarılan derslerin etkisi büyüktür.

II. Dünya Savaşı sona erdiğinde, tek parti hükümetine karşı halk arasında yaygın bir hoşnutsuzluk vardı. Devletin ekonomik politika ve aşırı vergilerinden bıkmış olan halkın devlete olan güveni kalmamıştı. ABD’nin savaştan kapitalist demokrasi olarak lider güç konumunda çıkması bir örnek olması bakımından tüm dünyayla beraber Türkiye’yi de etkilemiştir. Adnan Menderes, Celal Bayar, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü CHP’yi eleştirel yaklaşımları ve görüş ayrılıkları neticesinde partiden ayrılarak 1946’da demokrat partiyi kurdular. Partinin kuruluşunda İnönü’nün destek vermesi demokrasinin unsurlarından olan çok partili sistem adına ülke tarihi içinde önemli bir yere sahiptir.

1950 seçimlerinden zaferle çıkan Demokrat Parti (DP) Jön Türklerden beri serbest bir şekilde halk desteği alıp iktidara gelen ilk siyasal örgüttür. DP’nin yönetime gelmesiyle CHP döneminden kalan parti ve devlet arası sıkı bağlantılar kopmuştur. Ancak DP bürokrasi ve orduya güvenmemektedir. DP tam anlamıyla stabil olarak nitelendirilebilecek ekonomi ve sosyal politikalara sahip değildi ve topluma uzun vadede parti programı kapsamında yeterince açık sözler verememesine rağmen CHP’nin tek parti dönemindeki imajı halkın hafızasından silinmediğinden DP’ye büyük destek verilmiştir. 1954’e kadar DP özellikle tarım sektöründe büyük iyileştirmeler gerçekleştirmiştir. Ülkenin birçok yeri karayolu ile birbirine bağlanarak ulaşım hizmetleri geliştirilmiş ve sanayi tesisleri artırılmıştır. Ancak bunlar her ne kadar DP’nin mali politikalarının etkisi olsa da nihai olarak sistematik bir ekonomik programının sonucu değildir. ABD’nin mali yardımlarının o dönemde ülkenin hızlı kalkınmasında etkisi büyüktür. 1954 seçimlerinden yine zaferle çıkan DP’nin bürokrasiye olan güvensizliği devam etmekteydi. Bürokrasi ve ordu DP nezdinde hala güvenilmezdi. Siyasi toplanmalar ve basın yayın özgürlüğüne kısıtlamalar getirilmiştir. Otoriter yaklaşımlara DP içindeki hoşnutsuzluk da eklenerek DP’den kopmalar olmuştur. Ayrıca sistematik bir ekonomik planın olmayışı nedeniyle mali sorunlar baş göstermeye başlamıştır. Tüm bunların yanında DP’nin CHP’ye kıyasla İslam’a yönelik ılımlı yaklaşımı konumlarını Kemalist çizgide kalarak elde etmiş olan subay, akademisyen ve memurlarda DP’nin cumhuriyet ilkelerine aykırı hareket ettiği kanısını uyandırmaktaydı. İnönü’nün yurt içi gezilerini engellemeye çalışma girişimleri, üniversite öğretim görevlileri üzerindeki baskı, basın üzerine uygulanan sansür ve ordu içinde hoşnutsuzluğun giderek artması neticesinde 27 Mayıs 1960 günü askeri darbe ile DP yönetimi iktidardan alınmıştır. 1952’de Kore Savaşına sağlanan askeri destek neticesinde ülkenin NATO’ya kabul edilmesi Sovyet tehdidine karşı bir güvence ve ABD’nin mali yardımlarının artmasına bir dayanak sağlamıştır. Diğer taraftan batılı milletlere ortak bir noktada birleşilmesi çağdaş toplumlar seviyesine çıkılacağına dair duygusal bir boyutu da vardır. Darbe en yüksek rütbenin albay olduğu aralarında binbaşı ve yüzbaşıların bulunduğu bir ekip tarafından birkaç yıl öncesinden gizlice planlanmıştı. Ankara ve İstanbul dışında olaylar olmaması bu şehirler dışında halk kitlelerinin Başbakan Menderes’e olan sevgisinin varlığını göstermektedir. Dolayısıyla iletişim olanaklarının kısıtlı olduğu bir dönemde sosyal, ekonomik ve siyasi açıdan başı çeken şehirlerin ülkenin izleyeceği yolda ne kadar etkili olduğunu görmekteyiz.

Darbeden sonra oluşturulan yeni anayasa DP ve CHP dönemlerinde olduğu gibi aşırı yetkilendirmeyi engelleyecek bir anlayış etrafında, nispi seçim sisteminin öngörüldüğü, temel hak ve hürriyetlerin belirtildiği bununla beraber Anaysa Mahkemesi ve Milli Güvenlik Kurulunun oluşumuna yer vermiştir. DP liderleri yasal dayanağı olmayan ve önyargılı tutumlara sahip üyelerden teşkil bir mahkemece yargılanarak idama mahkum edilmişlerdir. Yaş haddi nedeniyle Celal Bayar hariç tutularak, A. Menderes, F. R. Zorlu ve H. Polatkan idam edilmiştir. Türk siyasi tarihinde ordunun yönetime el koyma geleneğinin kaynağı Osmanlı dönemine kadar götürülse de idamla neticelenen darbe ve yargılamalar bugün Türkiye’nin yüzleşmek zorunda olduğu ve ders çıkarması gereken hadiselerdir.

1960’dan sonra Türkiye şehirleşme ve sanayileşmede daha hızlı yol kat edecektir. Ancak köyden kente göçler şehir altyapılarının yetersizliği nedeniyle çarpık kentleşmeyi hızlandırmıştır. Siyasi alanda 1964’den itibaren DP’nin devamı olan Adalet Partisi ileride cumhurbaşkanı olacak Süleyman Demirel ile söz sahibi olmaya başlamıştır. Ülkenin kalkınma hamlelerine rağmen ekonomi ve mali istikrar konularında başarısızlık devam etmiştir. 1970’lerden itibaren IMF ile varılan anlaşmalar uzun süreli çözümler getirmemiştir. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ada üzerinde iddia ettiğimiz hakların alınabilmesi adına önemli bir harekattır. Ancak dış politikada yalnız kalmış olmak ve pratik sahadaki yanlışlar bugün hala uluslararası alanda davalara konu olmakta ve ülke tazminat ödemeye mahkum edilmektedir.  Toplumun siyasal anlamda sağ ve sol olarak kutuplaşması kamu düzeninin giderek bozulmasına yol açmış iç güvenlik unsurları asayişi sağlamada yetersiz kalmıştır. 12 Eylül 1980’de askeri yönetim bozulan asayişin ve istikrarın tekrar temini için yönetime el koymuştur. Yargılanma, idam, işkence ve tutuklamaların olduğu bu yıllar ertesinde bugünde yürürlükte olan 1982 anayasası kabul edilmiştir. Turgut Özallı yıllar olarak bilinen bu dönemden sonraki evrede ekonomi ithalattan ihracata dayanarak ayakta kalma ilkesi etrafında şekillenmiştir. Liberal serbest piyasa ekonomisi ile teknolojik mal ve hizmetlere ulaşım kolaylaşmış ve ülke ekonomisi canlanmıştır. 1990’lı yıllara gelindiğinde Türkiye artık 21. yüzyılda söz sahibi olma peşindedir. Laik kesim ile İslami geleneğe mensup iktidar arasında yaşanan sürtüşmede ordu bir kez daha devreye girerek iktidara müdahale etmiştir. Bugünde çözümü gerçekleşmeyen Kürt Sorunu için 90’lı yıllar özellikle siyasi mücadeleden çok silahlı mücadelenin denendiği yıllardır. 2000’li yıllarda yüzünü AB üyeliğine çevirdiğinden şüphe duyulmayan Türkiye bu yönde hukuk, ekonomi ve sosyal alanda gerçekleştirdiği reformlar ile AB standartlarını yakalamaya çalışmaktadır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder