Osmanlı Devleti Sünni İslam’ın dünya üzerindeki koruyucusu olma ideolojisine sahip olmakla beraber Hristiyan veya diğer dinlere mensup toplulukları din değiştirmeye zorlamayan bir yapıya sahipti. Din ve devletin özdeşleşmesi farklı eğilimlere sahip olan veya aykırı nitelikteki Müslümanlarla karşı ise sert şekilde mücadele edilmekteydi. Devletin bekası kutsal kabul edilerek en büyük öncelik sayılmıştır. Her ne kadar şeriat, devletin temel hukuk kaynağı olarak görünse de 18. yüzyılda aile hukuku ve mülkiyet konularını düzenlemenin dışında pek bir fonksiyonu bulunmamaktaydı. Bu durum, siyaset ve din ayrımının gözetilerek pratik faydaların ön planda tutulduğunu göstermektedir. Mutlak gücü temsil eden sultan ile halk kitlesi (reaya) arasında kesin bir ayrım vardı. Sultanın etrafında, ordu ve saray işlerinden sorumlu “askeri” yöneticiler ile eğitim, adli ve din işlerinden sorumlu “ulema” yer almaktaydı.
Tarım
ekonomisine dayalı olan Osmanlı Devleti, merkantilist politikalar geliştirmeyen
kapitalizm öncesi bir devletti. Tarım dışı üretim ise küçük işletmelerden
oluşan lonca teşkilatı aracılığıyla gerçekleştirilmekteydi. Loncalar kendi
üyeleri dışındakileri uğraş alanları dışında tutarak geçimlerini sağlayan, yeni
teknik ve metotlara kapalı olan örgütlerdi. Bununla beraber loncalar din etkisi
altında ahlaki öğretilerin hüküm sürdüğü organizasyonlar olarak göze
çarpmaktadır. 18. yüzyılda uzun mesafeli ticaret yolları batılı devletlerin
hakimiyetinde olup Osmanlılarda ticaret daha çok yerel düzeydeydi. Devletin
esas gelir kaynaklarından biri olan vergilerin temininde iltizam sistemi
uygulanmaktaydı. Bu sistem, belirli bir bölgede belirli bir dönemde vergi
toplama hakkının devletçe açık artırmayla satılması ve bu hakkı alanın parayı
devlete önceden ödemesi anlamına geliyordu. Ancak bu durum, hakkı alanın
(mültezim) köylüler üzerinde aşırı yük getirmesine neden olmaktaydı. Esasen
Osmanlı Devletinin ekonomik yönden geri kalmışlığı, ticari faaliyetlerde
yetersizliği ve kapitalizme geçemeyişi 19. yüzyılda birçok sorunun temel
kaynağı olacaktır. Ordunun yenilenmesi, okulların ve eğitim sisteminin
değiştirilmesi ve bürokrasi mekanizmasında meydana getirilmeye çalışılan
değişiklikler için büyük bütçeler gerecek, ancak yetersiz Osmanlı ekonomisi
bunu karşılayacak güce sahip olmadığından halk üzerindeki vergi yükü artacak ve
dış borçlanmaya bağımlı hale gelinecektir. Sanayileşmenin gerisinde kalma,
dünya piyasalarındaki gelişmeleri takip edememe ve ticari alanda gelişim
gösterememenin yanında tarım gelirleri, vergi ve toprak kazanma yoluyla temin
edilen ganimetler ile elde edilen kazancın yetersiz kalması ekonominin
çökmesine neden olacaktır.
18.
yüzyılda Sultan III. Selim o tarihe kadar pek denenmemiş bir yöntemle Avrupa
ülkelerine elçiler göndererek Avrupa usullerini öğrenmeye ve iletişim
kanallarını açık tutmaya çalışmıştır. Bu yüzyılda Osmanlı Devleti’nin
parçalanmasında etkili olan esas faktör Fransız Devrimiyle ortaya çıkan
fikirlerdir. “Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” sloganlarından özellikle
“özgürlük” Osmanlı içinde yer alan gayrimüslim topluluklar arasında Müslümanlar
ile eşit haklara sahip olmaktan çok bağımsızlık talebi şeklinde yankı
bulmuştur. Ülke içindeki azınlıkların başta Rusya olmak üzere diğer Avrupa
devletlerince bağımsızlıklarını kazanmaları yönünde desteklenmesi Osmanlı
topraklarının parçalanmasına neden olacak, Balkan ve Arap toprakları
kaybedilecektir.
Osmanlı
tarihi açısından 19. yüzyılın başındaki en önemli hadiselerden biri yerel
güçlerin merkezi otorite karşısında kısmen de olsa söz sahibi olarak
gözükmesini ve halk ile devlet arasında aracı konuma kavuşmasını sağlayan 1808
tarihli “Sened-i İttifak” Belgesinin imzalanmasıdır. Bu belge ile vali, zengin
tüccar veya sarraf gibi farklı sosyal kökenlere rağmen nüfuz sahibi kişi veya
aileler olan ayanlar devletin ortakları olarak tanınmış olmaktadır. Esasında
ayanların bu gücü yukarıda bahsedilen iltizam sistemine hakim olmalarından
kaynaklanmaktaydı. Sened-i İttifak Osmanlı yurttaşlarının haklarının savunması
temelinde ortaya çıkan bir belge olmayıp, hükümdarın ayanları tanıdığı bu
bakımdan da yerel güç odakları ve merkezi otorite arası bir belge
niteliğindedir.
Osmanlı
Devleti’nin 19. yüzyıl süresince karşılaştığı olaylar reformlar, toprak
kayıpları ve ülke içi istikrar bakımından birçok sorunu beraberinde
getirmiştir. Bu dönemde ülke siyasetinin gideceği yönü tayinde ekli isimlerden
biri Mehmet Ali Paşa’dır. Mısır valisi olan paşa, II. Mahmut’un ülke içi
denetimi ve otoriteyi tekrar tesis etmeye çalıştığı dönemde hem Arap hem de
Yunan isyanlarının bastırılmasında sultanın başvurmak zorunda kaldığı bir
kişidir. Mehmet Ali Paşa’nın, özellikle Yunan isyanının bastırılmasında
harcadığı masrafların karşılığı olarak birtakım talepleri sultan tarafından
karşılık görmeyince Suriye ve daha sonra da Konya civarında Osmanlıları mağlup
etmiştir. Bu durum, devletin kendi valisi karşısında aciz kaldığının çok açık
bir göstergesidir. Ruslardan yardım almak zorunda kalan Osmanlı Devleti
nihayetinde M. Ali Paşa’nın taleplerini kabul ederek Suriye valiliğine paşayı
geçirmiş ve paşanın oğlu da Adana bölgesi vergilerini toplama hakkını elde
etmiştir.
Osmanlı
reform hareketleri bağlamında, Sultan II. Mahmut’un geçmiş kurumların ortadan
kaldırılması, kökleşmiş yapının değiştirilmesi kısaca yerleşik düzeni ortadan
kaldırma çabası önemli bir noktadır. II. Mahmut mevcut kurumların revizyonu
veya iyileştirilmesini değil lağvedilmesini öngörmekteydi. Bu anlayış
çerçevesinde, hem ordu üzerindeki otorite boşluğunun ortaya çıkması hem de
reformların gerçekleştirilmesine yönelik en büyük engel olması nedeniyle
Yeniçeri Ocağı’nın kapatılması gerekmekteydi. Osmanlı tarihinde “Vaka-i
Hayriye” olarak yer alan bu olay ile ordunun lağvedilmesinin yanında reformlara
karşı direnç gösteren ve yeniçerilerle sıkı bağlara sahip ulemanın etkinliği
azaltılmıştır. Sultan ordu üzerinde tam bir otorite sağlayarak taşra ve
eyaletler merkezi yapı altında düzene girmesi ve böylelikle istikrarın sağlanmasını
hedeflemekteydi. Yeniçerilerin ortadan kaldırılması devlet içinde örgütlü bir
silahlı güç bırakmadığından en hızlı şekilde yeni bir ordunun kurulması
gerekmekteydi. Batı tarzında bir ordunun kurulmasında başarıya ulaşılmıştır.
Yeni ordunun eğitiminde Prusyalı subaylara yer verilmesi Osmanlı Devleti’nde
Alman geleneğinin başlamasını sağlamıştır. Ancak bu zaman zarfında silahlı güç
boşluğun oluşmuştur. Bu durum Avrupa ülkelerinin desteği ile Yunanistan’ın
bağımsızlığını kazanmasında büyük rol oynamıştır. Modern bir ordu kurmanın ülke
içi kontrolün sağlanmasına yetmeyeceğinin bilincinde olan II. Mahmut, bürokrasi
mekanizması, vergilendirme ve eğitim alanlarında reformlar gerçekleştirmeye
gayret etmiştir. Elbette yeni reformların hayat bulması yetişmiş yeni
kadrolarla mümkün olacağından, Avrupa ülkelerine öğrenciler gönderilmeye
başlanmış ve batı tarzı okullar açılmıştır. Ancak yeni neslin yetişmesi
yüzyılın ortalarını bulacaktır. Reformlar merkezdeki yöneticilerin siyasi
tercihlerinin bir sonucu olup halk tabanında gelen talepler üzerine
doğmamıştır. Reformların aksaklığında ve istenilen neticenin elde
edilememesinde en büyük neden ekonominin yetersizliğidir. Reformlar ekonominin
düzelmesine istenen katkı sağlayamamıştır. Kaldı ki reformların esas odak
noktası maliyenin düzeltilmesi değildir. Ordu, eğitim, bürokrasi, iletişim ve
vergilendirme reformlarının yapılabilmesi büyük maliyetler gerektirmiş ve bunu
karşılamada yetersiz olan Osmanlı ekonomisi giderek daha fazla dış borçlanmayla
ayakta kalabilmiştir.
1839
yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı ile halkın can, mal ve namus güvenliği
güvence altına alınmış ve Hristiyanlara eşit haklar verilmiştir. Osmanlı
Hristiyanlarına eşit hakların verilmesiyle onların bağımsızlık milliyetçi ve
ayrılıkçı taleplerle gündeme getirdikleri bağımsızlık isteklerinin giderileceği
düşünülmüştür. Hristiyan cemaatlerin Osmanlı içindeki ikinci sınıf
konumlarından kurtulmalarına yönelik böyle bir adım da şüphesiz dış baskıların
etkisi büyüktür. 1839’dan 1870’li yıllara birçok alanda reformlar
gerçekleştirilmiştir. Tüm çabalara rağmen azınlıkların milliyetçilik fikrine
dayanarak bağımsızlıklarını kazanma mücadeleleri Avrupa ülkelerinin desteği ve
Osmanlı içişlerine müdahalesiyle başarıya ulaşmıştır. Avrupa’daki devletler
arsası güç dengesi her seferinde devreye girmiş bir ülkenin Osmanlı içindeki
kendine yakın azınlığı desteklemesinde diğer Avrupalı ülkeler Osmanlının
yanında yer almış ancak her seferinde Osmanlı Devletinin ülke kontrolündeki
hakimiyeti giderek kaybolmuştur. Zaten “doğu sorunu” büyük güçlerin Osmanlı
Devletinin parçalanmadan güç dengesinin sağlanması eğer parçalanacaksa da bunun
kontrollü bir şekilde gerçekleştirilerek güç dengesinin nasıl bozulmadan ayakta
kalacağının tanımlanmasıdır. Merkezi bürokraside bakanlıkların kurulması, taşra
yönetim reformları, vergilendirmede iltizam sisteminin kaldırılması, gazeteler
çıkarılması gibi kültürel yenilikler, laik eğitim kurumlarının açılması ve
ekonomi iyileştirme gibi yenilik hareketlerine rağmen Tanzimat dönemi reformları
halkın isteğine dayanmamıştır. Yöneticiler gerekli gördükleri reformları
yaparak bunları halka zorla kabul ettirmeye çalışmışlardı bu nedenle reformlara
hiçbir zaman geniş kitle desteği yoktur. Ayrıca bu tarz bir reform anlayışına
karşı olan gruplarda bulunmaktadır. “Yeni Osmanlılar” olarak adlandırılan bu
kesim İslami değerlerle ile liberal akımların birlikte savunulmasını ve çözümün
temsili, anayasal ve parlamenter bir rejimin olduğu Müslüman ve gayrimüslim tüm
toplulukların eşit yurttaş kabul edildiği bir sistemle mümkün olacağını
savunmuştur.
1876
yılında ilk anayasanın (Kanun-i Esasi) kabulü ile kurulan parlamento
faaliyetlerini uzun süre devam ettiremeden 1908’de ikinci kez açılana kadar 1878
yılında Sultan II. Abdülhamit tarafından kapatılmıştır. Sultan, bugün hala
üzerinde tartışmalar süren bir kişidir. Kimilerine göre baskıcı, özgürlükleri
kısıtlayıcı, sansür uygulayan ve devletin gerilemesine neden olan biri iken
diğerlerine göre 30 yıl boyunca devleti ayakta tutan, yeni reformlarla ülkenin
gelişmesine katkı sağlayan örnek alınacak bir kişidir. II. Abdülhamit döneminde
çok az dış borç alınmış, alınandan fazla eski borçlar ödenmiş, telgraf ve
demiryolu hatları ile ulaşım imkanları genişletilmiş ve bu sayede merkezi
otorite tekrar tesis edilmiş, batı tarzı modern okulların açılması ile insan
kaynağı yetiştirilmiştir. Bunlarla beraber, liberalizm, meşrutiyetçi
yaklaşımlar ve milliyetçiliğe tamamen karşı çıkmış, gazete ve dergilere sansür
getirilmiştir. Sultanın açtırdığı yeni eğitim kurumlarından yetişen subay ve
bürokratlar anayasal düzen ve liberal düşünceler de yetişen Osmanlı aydınları
olmuşlardır. Batıyı yakından tanıyan bu kişiler sultanın açtırdığı okullardan
mezun olmakla beraber sultanın sansür uyguladığı fikir ve görüşlerin savunucusu
olmuşlardır. Bu durum sultanın en zayıf noktası olmuş, yeni yetişen genç kesime
sadakat aşılayamamıştır. Anayasal sistemin tekrar getirilmesi için sultana
karşı gizli örgütlenmeler baş göstermiştir. Memur, subay ve aydınlardan oluşan
örgüt kendi içinde birçok liderlik mücadelesine sahne olduktan sonra “İttihat
ve Terakki Cemiyeti-İTC” adını almıştır. Kendilerine “Jön Türkler” diyen örgüt
üyeleri anayasayı ve parlamentoyu geri getirme niyetindedir. Rusya ve
İngiltere’nin Makedonya üzerinde yabancı denetimini öngören plan yaptıkları
bilgisi İTC’ye ulaşınca eyleme geçilmiş ve sultan Kanun-i Esasiyi tekrar
yürürlüğe koymak zorunda kalarak parlamentoyu 30 yıl aradan sonra tekrar
açmıştır.
İTC
resmi bir sorumluluğu olmadan siyasal iktidarı elinde tutan, ona baskı uygulayan
ve parlamento üzerinde etki sahibi gizli bir cemiyet olarak, 1908’den sonra
kısa bir süre devam eden huzur ve özgürlük ortamının aksine ilerleyen yıllarda
istikrarsızlığa neden olmuştur. Özellikle 1909 yılındaki ulema ve tarikat
çevrelerinin Jön Türklerin laik eğilim ve politikalarına karşı olmaları
nedeniyle ayaklanmaları ve geniş çaplı propagandaları İTC’nin kontrolü sağlamada
yetersiz olduğunu cemiyet üyelerinin de fark etmesini sağlamıştır. Hemen
sonrasında Balkan Savaşları ile Makedonya, Bulgaristan ve Trakya’nın bazı
bölgelerinin kaybedilmiştir. İTC Balkan Savaşları ile Osmanlıların diplomatik
açıdan tecride maruz bırakıldığını ve bu durumun devam etmesinin ülkenin sonu
olacağını anlamışlardır. Hem bu yalnızlık korkusu hem de Avrupa devletlerinden sadece
Almanya’nın Osmanlılar ile ittifak yapmaya yanaşması nedenleri İTC’nin eski ve
tanınmış üyelerinden Enver Paşa Harbiye Nazırı sıfatıyla Almanya ile ittifak
hazırlıklarına başlatmış ve Osmanlı Devleti ile Almanya arasında gizli bir
anlaşma imzalanmıştır. Almanlar bu ittifak ile Osmanlıların İngiliz ve Fransız
sömürge bağlantılarını kesmelerini ve Rusya’nın boğazlardan savaş gemisi
geçirmesini engellemeyi ummaktaydı. I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle
Almanların isteği üzerine imkanlar elvermese de birçok Osmanlıları birçok
cephede savaşmak zorunda bırakmıştır. Ordu lojistik yetersizliğin ve ulaşım
sıkıntısının yanında hastalık ve açlıkla da mücadele etmekteydi. 1917
Kasımındaki Bolşevik Devrimi ile Rusların çekilmesi hem Osmanlıların 19.
yüzyılda bölgede kaybettikleri toprakları geri almasını hem de sonraki dönemde
buradaki kuvvetlerin milli mücadelede kullanılmasını sağlayacaktır. İtilaf
devletlerinin Çanakkale Boğazından geçerek İstanbul’u işgal etme düşünceleri
gerçekleşmese de savaş bittiğinde Osmanlıların İstanbul’un İngilizlerce
işgaline karşı yapabileceği bir şey kalmamıştı.
1908’le
başlayan II. Meşrutiyet döneminin fikir tartışmalarına bakacak olursa, Osmanlı
coğrafyasında yaşayan herkesi dil ve inanç gözetmeksizin eşit haklarla birlikte
olmaya çağıran “Osmanlıcık” akımının 1913’de Balkan Savaşlarıyla bu akım adına
tüm umutlar tükenene kadar devam ettiğini görmekteyiz. Müslüman kimliğin ana
birleştirici unsur olduğu savında olan “İslamcılık” ise beklenen etkiyi
gösterememiş İslam’ın hakim olduğu birçok toprak kaybedilmiştir. Balkan
Savaşlarının sonucu tüm Türkleri birleştirmeyi “Türkçülüğün” daha ön plana çıkmasına
neden olmuştur. Bunlarla beraber tüm Osmanlı unsurlarının terk edilerek tamamen
batılılaşmayı savunanlar ile batıya ait ne varsa karşı olan ve batıdan gelecek
tüm etkilere kapalı olanların yanında bir yandan İslam uygarlığına bağlı
kalarak diğer yandan batı modernleşmesinin temin edilmesinin gerektiğini dile
getiren İslamcılar da vardı. Esasında İTC üyeleri ideolog olmayıp eylem adamı
olma niteliğine sahiptir. Gelişen şartlara göre politika üretmekteydiler.
Savaş
sonrası imzalanan Mondros Antlaşması çok ağır maddeler içermekteydi. Ordu
terhis edilmiş, boğazların kontrolü İtilaf devletlerine geçmiş, telgraf ve
demiryolu hatlarına el koyulmuştu. İTC yöneticileri henüz savaş sırasında
Anadolu’da ulusal bir direnişe dair planları hazırlamış ve ülke içinde birtakım
yerlere silah ve mühimmat depoları yerleştirerek gerilla çeteleri oluşturmayı
planlamıştır. 1908 devriminde 1909 isyanını bastırılmasında yer almış, 1911’de
Libya’da İtalyanlara ve Çanakkale’de İtilaf Devletlerine karşı mücadelede
bulunan Mustafa Kemal hem ordu içinde üne sahip hem de İTC’nin 1913’den sonraki
etkin siyasi kadrosunda bulunmadığı için siyasi olarak da lekesiz biriydi. 19
Mayıs 1919’da Samsun’a gidişinin ardından Anadolu’nun güvenli vilayetleri olan
Sivas ve Erzurum’da kongreler düzenlenerek tüm yurtta müdafaa-i hukuk
cemiyetleri kurulmuştur. Esasen bu örgütlerin oluşumuna İTC’nin Anadolu
şubelerini kaynak teşkil etmiştir. Halk, vatanın bölünmez bütünlüğü ve
kaderinin milletçe tayini ilkelerini esas alarak yerel örgütlenmelerle direniş hareketini
başlatmıştır. Yerel silahlı güçlerin örgütlenerek bölgelerinde direniş
başlatmaları bağımsızlığın kazanılmasında büyük rol oynamıştır. Savaş ertesi
dönemde silahlı kuvvet ülke içinde bulunmamaktaydı. 23 Nisan 1920’de Atatürk ve
silah arkadaşlarının Ankara’da meclis açıp yeni hükümetin kendileri olduğu
ilanıyla İstanbul hükümetini geçersiz saymışlardır. 1920-21 yıllarında kurtuluş
mücadelesinde Kazım Karabekir, İsmet İnönü ve Ali Fuat Cebesoy gibi birçok
önemli isim görev almıştır. Bu isimler askeri açıdan Atatürk’ün otoritesine
sadık kalıp onu destekleseler de siyasi bakımdan Atatürk’ün otoritesi
tartışılır durumda olacak ve ilerleyen yıllarda kişiler arası mücadeleler
yaşanacaktır. Yerel direniş teşkilatlarının yanında 16 Mart 1921’de Sovyet Rusya
ile imzalanan anlaşma ile silah ve para yardımının sağlanması mücadelenin
kazanılmasında etkili olmuştur. İşgal altında bulunan Anadolu’nun milli
mücadelede yanında bulunmasını istediği yardımcı bir güce ihtiyaç duyması ve
bunun sonucu olarak dönemin idarecilerinin sol akımları destekleme düşüncesini
benimsememelerine rağmen o yılların şartları gereğince Sovyetler ile yakın
ilişkilere girmişlerdir.
Kurulan
ilk meclis farklı görüşlerin dile getirildiği zaman zaman sert tartışmaların
yaşandığı bir yapıya sahipti. Böyle bir yapı Atatürk’ün otoritesinin
tartışılması ve politikalarına eleştiriler getirilmesi sonucunu doğurdu. Lozan
Antlaşması’nı kabul eden ve cumhuriyet reformlarını gerçekleştiren Atatürk’ün
adayların geçmişlerini ve niteliklerini bizzat incelediği ikinci meclis
olmuştur. Cumhuriyetin ilan edildiği 1923’te ülke yoksullaşmış, nüfusu savaşlar
nedeniyle azalmış, Ege Bölgesi’nin birçok yerleşim yeri Yunanlılarca yakılmış,
iş sahalarında insan kaynağı yetersiz, giden Ermeni ve Rumlar nedeniyle de sanayi
ve ticarette teknik bilgiden yoksun haldedir.
Her
ne kadar saltanat kaldırılmış ve cumhuriyet ilan edilmiş olsa da halifelik
makamı kaldırılmamıştır. Ancak halife ve meclis arası ilişkiler belirsizdi.
Sadece biçimsel anlamda bile olsa halifenin devletin başı olarak kabul edilme
durumu ve yetkisinin Türk topraklarını aşması gerçeği gözden kaçmamıştır.
Ayrıca Atatürk’ün siyasi alanda üstünlüğüne karşı tek ağırlığın halife olduğuna
inanılmaktaydı. Bu çerçevede halifelik siyasi otoritede boşluk yaratma ve ülke
temsilinde ikicilik oluşturma görüntüsü vermekteydi. 1 Mart 1924’te halifelik
kaldırıldı.
Milliyetçi
nitelikteki yeni cumhuriyet rejimi Kürtlere karşı baskıcı bir politika gütmüş,
Kürtçenin aleni kullanımı yasaklanmış ve Doğu Anadolu’daki nüfuslu Kürt aileler
zoraki yöntemlerle batı bölgelerine göç ettirilmişti. Hilafetin kaldırılmasıyla
Türk ve Kürtleri birbirini bağlayan dini unsurda zedelenmişti. Kürtlerin halk
tabakası şeriat ve hilafetin geri getirilmesini isterken lider takım özerklik
talebindeydi. Tüm bu etkenlerin birleşimiyle ortaya çıkan Şeyh Sait İsyanı laik
ve milliyetçi cumhuriyet tarafından sert şekilde bastırılmıştır. Takrir-i Sükun
Kanunu ile hükümet kamu düzeninin bozulmasına yol açtığına karar verdiği bütün
örgüt ve yayınları yasaklama yetkisine sahip oldu. Yukarıda isimleri sayılan
Atatürk’ün silah arkadaşlarının kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da bu
kanun kapsamında kapatılmıştır. Bu isimler, Atatürk’e İzmir’de bir suikast
girişimi olayında tekrar gündeme gelmiş birçok tutuklama ve idama rağmen
kamuoyu ve ordudan gelen memnuniyetsizlik nedeniyle idam edilmemişlerdir. Bu
isimlerin siyasi arenada liderlik ve otorite konularında ekonomi ve halkın
reformları desteklememesi gibi yolları kullanarak muhalefet edebileceği Atatürk
tarafından bilinmekteydi. Nitekim “Nutuk” bu isimlere yönelik eleştiriler
içeren, Atatürk’ün kendisini milli mücadelenin yöneticisi olarak belirttiği ve
bu mücadelenin esasının yeni Türk devleti kurmak olduğunu vurguladığı bir
eserdir.
Siyasi
alanda tam hakimiyetin sağlanmasıyla, otoriter, milliyetçi ve laik bir anlayış
etrafında reform hareketlerine başlanılmıştır. Reformların amacı toplumun
laikleştirilmesi ve modernleştirilmesidir. Dini nikah ve çok eşliliğin
kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, dini kılık kıyafetin
yasaklanması, şeriye ve evkaf vekaletinin kaldırılması, batı ülkelerinde
kanunların alınması vb. reformlar esasında Tanzimat ve İttihatçı reformlar
devamı niteliğindedir ve 1908 sonrası Jön Türklerin reform amaçları ile benzer
amaçlar gütmektedir. Ancak mülkiyet haklarını düzenleyen sosyo-ekonomik
reformları geliştirilmemiştir.
1925’te
Takrir-i Sükun Kanunu ilanından sonra tüm muhalefet susturularak otoriter tek
parti yönetim biçimi uygulanmıştır. Cumhuriyet Halk Fırkası-CHF her bakımdan
bir iktidar tekeli kurmuş ve 1931’de siyasal sistemi tek parti sistemi olarak
resmen ilan etmiştir. Bu tarihten itibaren parti ile devlet özdeşleşmiştir.
Valiler bulundukları illerin CHF şube başkanı sayılmıştır. Oylamalar bir
formaliteden ibaret olup meclis grubu toplantılarının işlevi kabine
kararlarının onaylanmasıydı. Vatandaşların kendi inisiyatifleri ile meclis
seçilme ihtimalleri yoktu. Parti ve devlet arası birlik ve özdeşleşme, partinin
bağımsız ideolojik ve örgütsel kişilik geliştirmesini engellemiş parti yoğun
biçimde bürokratikleşmiştir. Ülke içinde büyük bir ekonomik bunalım olmasına
rağmen CHF gündeminde bu durum yer almıyordu. Atatürk kendisine gelen raporlar
ve kendisinin Anadolu ziyaretleri neticesinde toplumsal hoşnutsuzluğu gidermek
ve CHF’nın rehavet durumundan harekete geçmesini sağlamak adına Serbest
Cumhuriyet Fırkasının-SCF kurulmasına izin verdi. Atatürk’ün isteği üzerine
laiklik ve cumhuriyete sadık kalmak şartıyla bu partiyi kuran Fethi Okyar o
dönem başbakan olan İnönü’nün politikalarını eleştiren bir kişidir. Yeni
kuruluna bu parti CHF’nı telaşa düşürecek şekilde halk tarafından büyük sevinç
ve coşkuyla karşılanmış ve parti üyeliği için şubelere çok sayıda vatandaş
müracaat etmiştir. Belediye seçimlerinde 502 belediyeden 30’unu kazanan parti
CHF’nın usulsüzlük yaptığını dile getirmiştir. CHF ve SCF arası şiddetlenen
sürtüşme ve suçlamalar neticesinde Okyar partiyi kapatmıştır.
Serbest
Cumhuriyet Fırkasının tecrübesi ile halkın yönetime karşı öfke ve muhalefetin
derecesi gün yüzüne çıkmıştır. Bu olaydan sonra toplumsal ve kültürel
örgütlenmeler yasaklayıp, kültürel ve düşünsel yaşamı doğrudan denetim altına
alınmıştır. 1933’te Darülfünun üniversite olarak yapılandırırken Kemalist
çizgide olmayan öğretim görevlileri kürsülerini kaybetmiştir. Basın ve eğitim
kurumları Kemalist ideolojiyi yaymak için seferber olmuştur. Kemalist önderler
modern, laik ve bağımsız Türkiye tasavvurunu birçok kişiye aşılamış,
kendilerini bilgisiz vatandaşlara rehberlik etme görevini üstlenmiş seçkinler
zümresi olarak görmüşlerdir. Kemalizm’i oluşturan unsurlardan laiklik çok katı
bir hal alarak din ve devlet işlerinin ayrımını aşan bir çizgide din üzerinde
devletin denetimini ve kamusal alanın dışında dinin varlığını kabul eden bir
yaklaşım olmuştur. Milliyetçik ise yeni tarihi efsanelerin üretilip toplumun
yeni kimliğini kazanmasında kullanılmıştır. Halkçılık, ulusal dayanışma ve ulus
çıkarlarının topluluk ya da sınıf çıkarlarından üstün tutmanın ifadesidir.
İnkılapçılık ise sürekli değişme ve Kemalist reformları destekleme anlamına
gelmektedir. cumhuriyetçilikle beraber bu altı ilke 1937 yılında anayasaya
girmiştir.
Yukarıda
bahsedilen reformlara ek olarak 1928 yılında Latin harflerinin kabulü toplumsal
hayatı tamamen etkilemiştir. Reformun okuryazarlık oranının artırılması ve dil
öğrenim ve öğretimin ile batıyla olan iletişimde kolaylık sağlayacağı
doğruluğunun yanında hızlı ve zorla gerçekleştirilmiş olmasının sebebi
ideolojik olup toplumun Osmanlı ve Ortadoğu’nun İslami geleneklerinden
kopartılması da amaçlanmıştır. 1935’te bütün dillerin Orta Asya’da konuşulan ve
eski dönemlere ait bir dilden türediği ve tüm diller içinde bu dile en yakın
olanın Türkçe olduğu ve diğer bütün dillerin Türkçeden geçerek gelişmiş
olduklarını kabul eden Güneş Dil Teorisi ortaya atıldı. Bu teoriye göre eğer
tüm sözcükle aslen Türkçeden geliyorsa, dilde sadeleştirme amacıyla sözcük
tasfiye etmeye gerek yoktu. Bu teori eğitim kurumlarında zorunlu kurslarla
öğretilmiştir. 1932’de ise Türk Tarih Tez’i ortaya atılarak, Türklerin Orta
Asya’nın beyaz ırklarında olup çok eski dönemlerde kıtlık ve kuraklık nedeniyle
Avrupa, Çin ve Yakındoğu gibi bölgelere göç ettiğini dile getirmiştir.
Yakındoğu’daki Sümerler ve Hititler aslında Türklerdir. Bu tez ile Türklerin
büyük uygarlık kurucularından olduğu savunularak Anadolu’nun çok eski
tarihlerden beri Türk olduğu ifade edilmiştir. Bu düşüncüler etrafında Türk
Tarih Tezi Osmanlılardan bağımsız bir övünç duygusunun aşılanmasıyla yeni bir
ulusal kimlik ve birlik kurulmaya çalışılmasında araç olarak kullanılmıştır.
Tek
parti döneminde ekonomide özel kesimin gereken sermayeyi biriktiremediği
sanayileri kurmak ve işletmek için devletin sorumluluğu üstlenmesi anlamına
gelen “devletçilik benimsenmiştir. Bu kapsamda devletçilik, sosyalizm ve
liberalizm arası bir ekonomi anlayışı olarak görülebilir. İnönü’nün Atatürk’ün
ölümünden cumhurbaşkanlığı görevini yürüttüğü yıllarda II. Dünya Savaşı ülke
ekonomisine asker sayısının artırılması ve askeri donanımlar nedeniyle büyük
yük getirmiştir. Ürünlere el konulmasına, fiyatların belirlenmesine, zorla
çalıştırmaya olanak sağlayan kanunlar ve artan vergilerle vatandaş üzerindeki
mali yük çok fazla artmıştır. Karaborsa ürünlerin olduğu piyasada ekonomik
denge alt üst olmuş vatandaş yaşam seviyesinde hızlı düşüş yaşayarak
yoksulluklar içinde hayatını devam ettirmiştir.
1923-45
arası dış politikada 1923’te kurulan devletin mevcut durumunun muhafazası
ekseninde bir siyaset izlenmiştir. Balkan ve Ortadoğu ülkeleri ile imzalanan
antlaşmalar ile komşularla ilişkilerin iyileştirilmesi sağlanmıştır. 1936’da
boğazlar silahlardan arındırılarak tam egemenlik sağlanmıştır. 1939’da Hatay’ın
Türkiye ile birleştiğini meclis tarafından ilanı son toprak kazanımı olmuştur.
II. Dünya Savaşı’nın başlangıcından bitişine kadar Türk dış politikası ülkeyi
savaş dışında tutma gayreti içinde şekillenmiştir. Basın ve siyaset savaş
boyunca sıkı denetim altında tutularak ülkenin çatışma dışında kalması
doğrultusunda yönlendirilmiştir. Böyle bir politikanın izlenmesinde I. Dünya
Savaşı’nda Almanların güdümünde hareketin ülkeye getirdiği felaketlerden
çıkarılan derslerin etkisi büyüktür.
II.
Dünya Savaşı sona erdiğinde, tek parti hükümetine karşı halk arasında yaygın
bir hoşnutsuzluk vardı. Devletin ekonomik politika ve aşırı vergilerinden
bıkmış olan halkın devlete olan güveni kalmamıştı. ABD’nin savaştan kapitalist
demokrasi olarak lider güç konumunda çıkması bir örnek olması bakımından tüm
dünyayla beraber Türkiye’yi de etkilemiştir. Adnan Menderes, Celal Bayar, Refik
Koraltan ve Fuat Köprülü CHP’yi eleştirel yaklaşımları ve görüş ayrılıkları
neticesinde partiden ayrılarak 1946’da demokrat partiyi kurdular. Partinin
kuruluşunda İnönü’nün destek vermesi demokrasinin unsurlarından olan çok
partili sistem adına ülke tarihi içinde önemli bir yere sahiptir.
1950
seçimlerinden zaferle çıkan Demokrat Parti (DP) Jön Türklerden beri serbest bir
şekilde halk desteği alıp iktidara gelen ilk siyasal örgüttür. DP’nin yönetime
gelmesiyle CHP döneminden kalan parti ve devlet arası sıkı bağlantılar
kopmuştur. Ancak DP bürokrasi ve orduya güvenmemektedir. DP tam anlamıyla
stabil olarak nitelendirilebilecek ekonomi ve sosyal politikalara sahip değildi
ve topluma uzun vadede parti programı kapsamında yeterince açık sözler
verememesine rağmen CHP’nin tek parti dönemindeki imajı halkın hafızasından
silinmediğinden DP’ye büyük destek verilmiştir. 1954’e kadar DP özellikle tarım
sektöründe büyük iyileştirmeler gerçekleştirmiştir. Ülkenin birçok yeri
karayolu ile birbirine bağlanarak ulaşım hizmetleri geliştirilmiş ve sanayi
tesisleri artırılmıştır. Ancak bunlar her ne kadar DP’nin mali politikalarının
etkisi olsa da nihai olarak sistematik bir ekonomik programının sonucu
değildir. ABD’nin mali yardımlarının o dönemde ülkenin hızlı kalkınmasında
etkisi büyüktür. 1954 seçimlerinden yine zaferle çıkan DP’nin bürokrasiye olan
güvensizliği devam etmekteydi. Bürokrasi ve ordu DP nezdinde hala güvenilmezdi.
Siyasi toplanmalar ve basın yayın özgürlüğüne kısıtlamalar getirilmiştir.
Otoriter yaklaşımlara DP içindeki hoşnutsuzluk da eklenerek DP’den kopmalar
olmuştur. Ayrıca sistematik bir ekonomik planın olmayışı nedeniyle mali
sorunlar baş göstermeye başlamıştır. Tüm bunların yanında DP’nin CHP’ye kıyasla
İslam’a yönelik ılımlı yaklaşımı konumlarını Kemalist çizgide kalarak elde
etmiş olan subay, akademisyen ve memurlarda DP’nin cumhuriyet ilkelerine aykırı
hareket ettiği kanısını uyandırmaktaydı. İnönü’nün yurt içi gezilerini
engellemeye çalışma girişimleri, üniversite öğretim görevlileri üzerindeki
baskı, basın üzerine uygulanan sansür ve ordu içinde hoşnutsuzluğun giderek
artması neticesinde 27 Mayıs 1960 günü askeri darbe ile DP yönetimi iktidardan
alınmıştır. 1952’de Kore Savaşına sağlanan askeri destek neticesinde ülkenin
NATO’ya kabul edilmesi Sovyet tehdidine karşı bir güvence ve ABD’nin mali
yardımlarının artmasına bir dayanak sağlamıştır. Diğer taraftan batılı
milletlere ortak bir noktada birleşilmesi çağdaş toplumlar seviyesine
çıkılacağına dair duygusal bir boyutu da vardır. Darbe en yüksek rütbenin albay
olduğu aralarında binbaşı ve yüzbaşıların bulunduğu bir ekip tarafından birkaç
yıl öncesinden gizlice planlanmıştı. Ankara ve İstanbul dışında olaylar
olmaması bu şehirler dışında halk kitlelerinin Başbakan Menderes’e olan
sevgisinin varlığını göstermektedir. Dolayısıyla iletişim olanaklarının kısıtlı
olduğu bir dönemde sosyal, ekonomik ve siyasi açıdan başı çeken şehirlerin
ülkenin izleyeceği yolda ne kadar etkili olduğunu görmekteyiz.
Darbeden
sonra oluşturulan yeni anayasa DP ve CHP dönemlerinde olduğu gibi aşırı
yetkilendirmeyi engelleyecek bir anlayış etrafında, nispi seçim sisteminin
öngörüldüğü, temel hak ve hürriyetlerin belirtildiği bununla beraber Anaysa
Mahkemesi ve Milli Güvenlik Kurulunun oluşumuna yer vermiştir. DP liderleri
yasal dayanağı olmayan ve önyargılı tutumlara sahip üyelerden teşkil bir
mahkemece yargılanarak idama mahkum edilmişlerdir. Yaş haddi nedeniyle Celal
Bayar hariç tutularak, A. Menderes, F. R. Zorlu ve H. Polatkan idam edilmiştir.
Türk siyasi tarihinde ordunun yönetime el koyma geleneğinin kaynağı Osmanlı
dönemine kadar götürülse de idamla neticelenen darbe ve yargılamalar bugün
Türkiye’nin yüzleşmek zorunda olduğu ve ders çıkarması gereken hadiselerdir.
1960’dan
sonra Türkiye şehirleşme ve sanayileşmede daha hızlı yol kat edecektir. Ancak
köyden kente göçler şehir altyapılarının yetersizliği nedeniyle çarpık
kentleşmeyi hızlandırmıştır. Siyasi alanda 1964’den itibaren DP’nin devamı olan
Adalet Partisi ileride cumhurbaşkanı olacak Süleyman Demirel ile söz sahibi
olmaya başlamıştır. Ülkenin kalkınma hamlelerine rağmen ekonomi ve mali
istikrar konularında başarısızlık devam etmiştir. 1970’lerden itibaren IMF ile
varılan anlaşmalar uzun süreli çözümler getirmemiştir. 1974 Kıbrıs Barış
Harekatı ada üzerinde iddia ettiğimiz hakların alınabilmesi adına önemli bir
harekattır. Ancak dış politikada yalnız kalmış olmak ve pratik sahadaki
yanlışlar bugün hala uluslararası alanda davalara konu olmakta ve ülke tazminat
ödemeye mahkum edilmektedir. Toplumun
siyasal anlamda sağ ve sol olarak kutuplaşması kamu düzeninin giderek
bozulmasına yol açmış iç güvenlik unsurları asayişi sağlamada yetersiz
kalmıştır. 12 Eylül 1980’de askeri yönetim bozulan asayişin ve istikrarın
tekrar temini için yönetime el koymuştur. Yargılanma, idam, işkence ve tutuklamaların
olduğu bu yıllar ertesinde bugünde yürürlükte olan 1982 anayasası kabul
edilmiştir. Turgut Özallı yıllar olarak bilinen bu dönemden sonraki evrede
ekonomi ithalattan ihracata dayanarak ayakta kalma ilkesi etrafında
şekillenmiştir. Liberal serbest piyasa ekonomisi ile teknolojik mal ve
hizmetlere ulaşım kolaylaşmış ve ülke ekonomisi canlanmıştır. 1990’lı yıllara
gelindiğinde Türkiye artık 21. yüzyılda söz sahibi olma peşindedir. Laik kesim
ile İslami geleneğe mensup iktidar arasında yaşanan sürtüşmede ordu bir kez
daha devreye girerek iktidara müdahale etmiştir. Bugünde çözümü gerçekleşmeyen
Kürt Sorunu için 90’lı yıllar özellikle siyasi mücadeleden çok silahlı
mücadelenin denendiği yıllardır. 2000’li yıllarda yüzünü AB üyeliğine
çevirdiğinden şüphe duyulmayan Türkiye bu yönde hukuk, ekonomi ve sosyal alanda
gerçekleştirdiği reformlar ile AB standartlarını yakalamaya çalışmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder