Dinlerin insan ve toplum hayatına yön verdiği, toplumsal hayatın birtakım kurallarını koyduğu, kutsallar ile insan yaşamına sınırlar çizdiği, ekonomik ve siyasi düşünceleri etkilediği hem tarihi hem de sosyolojik açıdan kabul edilen bir olgudur. İslam, Türklerin onu kabulüyle beraber hem milli kimliğin ayrılmaz bir parçası olmuş hem de tarihi süreç içinde kurulan devletlerin siyasetini belirlemiş, toplumu bir arada tutmuş, kültürel ve sosyal hayatın şekillenmesinde en büyük etkenlerden biri olmuştur. Özellikle Osmanlıların İslam’ın batı karşısında savunucusu ve koruyucusu tavrı ve diğer İslam ülkelerinin önderi konumu, adeta tarih boyu devam edecek bir misyonu üzerimize aldığımızın görüntüsünü vermektedir. Batının birçok alanda ileri olduğu gerçeğinin kabulü ve cumhuriyete doğru giden yıllarda dini kimlik sorgulanmaya başlanmıştır. Cumhuriyet rejimiyle beraber yönetici elit İslam’ı kamusal alanın tamamen dışına çıkarmıştır. Ancak bu durum dini değerlere sıkıca sarılan toplum yapısıyla uyuşmamış ve halk ile yönetici kesim arasında kopukluğa neden olmuştur. Aradan yaklaşık yüz yıl geçmesine rağmen İslam’ın toplum hayatındaki rolü ve milli kimlikteki yeri gibi konular toplumun farklı kesimlerinde tartışma konusu olabilmektedir. Bu konuda yaşanan açmazların en önemli nedeni ise İslam’ın tarihi perspektif içinde Türklerce kabulünden bu zamana kadar geçen süre zarfında birey, toplum ve devlet üzerindeki etkileri ile zaman içinde yorumlanışının bilimsel zemine oturtularak tartışılmayışıdır. Ocak’ın bu kitabı bu boşlukların doldurulmasına büyük katkı sağlamakla beraber bu alanda atılacak adımlara da yön gösterir niteliktedir.
Türklerin İslam’a girişi bugün okullarda öğretilen ve hemen hemen herkesçe kabul edilen iki tez üzerine dayanmaktadır. Bunlardan ilki İslam öncesi dönemlerde de Türklerin İslam’a yakın dini inançlara sahip oldukları için İslam’ı kolayca benimsedikleri, diğeri ise kılıç zoruyla büyük baskı ve savaşlar neticesi zorla İslam’ı kabul etmelerinin sağlandığıdır. Ne yazık ki bu iki tez sosyolojik, kültürel ve tarihi gerçeklere uygun düşmemektedir. Türkler İslam öncesi dönemde içinde atalar kültü ve Gök Tanrı kültü gibi mistik etkenler barındıran Şamanizm’in etkisi altında idiler. Türklerin farklı değerlere sahip inançlarının hepsi mistik bir niteliğe sahipti. Ocak, her ne kadar Arapların etkisi olduysa da İslam ile temasın İranlı sufilerin ve Soğdlu tüccarların propagandaları ile sağlandığını belirtmektedir. Arapların etkisi ise siyasi ve askeri kanaldan hareket eden resmi bir İslamlaştırma faaliyetinden ibaret olup topluma fazla etki etmemiştir. Bu bağlamda, İslam’ın tasavvufi bir biçim alarak Türklerin yaşamına girmesi mistik bir yorumlamanın sonucu olarak öne çıkmakta ve Araplardan ziyade İranlıların coğrafi yakınlık sayesinde kurdukları temasın büyük etkisinin olduğu göze çarpmaktadır.
Ocak, Türklerin İslam yorumunda “Sünni (Ortodoks) İslam” ve “Gayri Sünni (Heterodoks) İslam” olmak üzere iki farklı sürece değinir. Yazar, Sünni İslam’ın yerleşik hayata geçen Türk topluluklarınca kabulünü, bu nitelikteki İslam’ın Türk devletlerinin ortaya çıktığı coğrafyada yaygın olması, Sünni İslam’ın o döneme göre kurumsallaşmış ve sistematik hukuk ve siyaset geleneğine sahip olması ve Türklerin yeni kurdukları devletlerinin İslam devletleri arasında meşruiyetlerinin sağlanması için İslam’ı benimsemeleri şeklinde üç farklı nedene dayandırmaktadır. Osmanlılar ile beraber siyasi anlamda en etkin çağını yaşayan Sünni İslam, 16. yüz yılda İran üzerinden gelen Safevi tehlikesi nedeniyle gelişme, yorumlama ve ilerlemeye kapalı bir hüviyete bürünmüştür. Bunun nedeni Sünni İslam’ın karakteristiği değil Osmanlı Devleti’nin siyasi açıdan zarar görmemesi ve toprak bütünlüğünün bozulmaması için uyguladığı politikalardır. Göçebe Türkler arasında yayılan Heteredoks İslam ise İslam öncesi inançların kalıntıları ile İslami kavramların birleştirilmesi sonucu meydana gelmiştir. Dolayısıyla bu yorumlanış Sünni İslam gibi yazılı olmayıp şifahi, eski gelenekleri ve İslam öncesi dini değerleri ve kültürleri de içinde barındıran mitolojik bir karaktere sahiptir. Ocak, bu yorumlanış biçiminde İslam öncesi döneme ait ritüellerin İslam cilası altında büyük ölçüde varlığını sürdürdüğünü belirtmektedir. Ayrıca bu yorumlayış biçimi bağdaştırıcı bir niteliğe sahip olup ulaştığı coğrafyalarda yer alan farklı inançları özümseyip kendine mal etmiştir. Başka bir anlatımla Heteredoks İslam, Orta Asya’dan Anadolu’ya gelene kadar yol üzerinde yer alan bölgelerdeki kültür ve inançlarla temas ederek onlardan aldıklarını özümsemiş bir İslam yorumudur. 16. yüz yılda Şah İsmail tarafından birtakım kültler etrafında şekillendirilerek daha farklı bir biçim alan Heteredoks İslam’ın Osmanlı Devleti içinde yaşayan göçebe topluluklar arasında yayılması için çalışılmış ve bu durum yukarıda değinildiği üzere Osmanlının siyasi otoritesini zayıflatacak bir tehlike olarak algılanmıştır.
Ocak, İslam’ın Türk tarihi içinde görünüş biçimlerinin ilki olan “Halk İslamı”nı halkın sosyal hayat tarzı olarak yorumladığı, İslam’ın kitabi esaslarına sadık kalınan ve geleneksel yaşamın da etkin olduğu bir Müslümanlık olarak belirtir. Halk İslamı Türk tarihinde büyük yeri olan evliyalık kültünü içinde barındıran mistik bir karaktere sahiptir. İslam’ın diğer görünüş şekli olan “Kitabi İslam (Medrese İslamı)” ise İslam’a karşı yıkıcı etkilere sahip öğretilerle mücadele etmek amacıyla Sünni İslam’ın savunulduğu medreselerde hayat bulan bir İslami görünüm biçimidir. Üçüncü İslami görünüm biçimi olan “Tekke İslamı (Mistik-Tasavvufi İslam)” ise tasavvufi tarikatlar şeklinde teşkilatlanmış ve mistik yorumların olduğu bir İslami görünüm biçimidir. Son olarak “Devlet İslamı”ndan kasıt Karahanlılardan itibaren devamla Selçuklular ve Osmanlılarda halk üzerinde devletin hakimiyet kurmasını sağlayan, halk üzerinde devletin otoritesini meşrulaştıran ve devletle İslam’ın özdeşleştirerek devlete kutsallık atfedilmesini sağlayan İslami görünüm biçimidir.
Osmanlı Devletinin kuruluşunu takip eden yıllarda idarede yer alanlar ile halk arasındaki ortak İslami anlayış ve yorumlanış farklılaşmaya başlamış 15. yüzyıldan itibaren devlet ve İslam özdeşlemesi giderek artmıştır. Ocak’ın “Klasik Dönem Osmanlı İslamı” olarak adlandırdığı bu dönemde din, devlet kavramına kutsallık kazandırarak merkezi otorite ve hanedana meşruiyet kaynağı olmuştur. Böylece kutsal devlet bekası her şeyden önce gelir anlayışı bu bekayı en ufak tehlikeye sokacak her çaptaki farklılaşma eğilimlerini bastırma yoluna gidilmesini gerektirmiştir. Bu bakımdan her ne kadar Osmanlılar özellikle kuruluş ve yükseliş dönemlerinde İslami doktrinlerin gelişmesine katkı sağlamışlar ise de, değişime kapalı ve muhafazakar bir zihniyet etrafında şekillenen bu anlayış İslami gelişmelerin ve farklı yorumlara açık olmanın önüne geçmiştir.
Osmanlıların batı karşısında askeri ve siyasi güçlerini yitirmeleri, toprak kayıplarının baş göstermesi ve batının teknolojik anlamda üstünlüklerini kavramaları ile reform hareketleri başlamıştır. Askeri yapı, eğitim kurumları ve bürokrasi her gelen idareci tarafından farklı ıslahat hareketlerine tabi tutulmuş ve batı ile aradaki açıklığın kapatılması hedeflenmiştir. O dönem Avrupa ülkelerine eğitim amaçlı giden ve pozitivist anlayışla yetişen aydınlar batıdan geri kalmışlığın nedenini sayılan bu kurum ve yapılarda aramayarak dini kimliğin geri kalmışlığın esas nedeni olduğunu dile getirmişlerdir. İşte bu dönemde artık “Klasik Dönem Osmanlı İslamı” sona ermiş ve bir yanda dini kimliğin tüm sorunların kaynağı olduğunu düşünen “batıcılar” ile sorunun İslam’da değil Müslümanlıkta olduğunu ifade eden ve İslam’ın öz müesseselerine dönülmesiyle sorunların ortadan kalkacağına inanan “İslamcıların” mücadelesi cereyan etmiştir.
Yeni Türkiye geçmişiyle olan dini, toplumsal ve kültürel bağlarını koparan bir çizgide laik ve pozitivist düşünceye sahip yöneticilerin önderliğinde kurulmuştur. Halkın dini hayatında büyük yeri olan tekke ve medreseler kaldırılmış, din kamusal alanın dışına çıkarılarak birey ve Tanrı arasında bir olgu olarak bırakılmıştır. Dini değerler geri kalmışlığın nedeni olarak tanımlanmıştır. Devlet gücü kullanılarak toplum zoraki bir şekilde dini değerlerden koparılmaya çalışılmıştır. Bunun nedeni ise ülkeyi kuran yönetici elitin İslam’ın esas kaynaklarından çok onun zamanla aldığı statükocu, geleneksel ve çağın değişimlerine ayak uyduramayan halini tanımaları ve batı pozitivizminin etkisinde kalmış olmalarıdır. Cumhuriyet döneminin 1950’lere kadarki devresinde dini konularda üzerinde büyük baskı hisseden halk gizliden de olsa dini faaliyetlerini sürdürmüştür. Burada toplumun yapısına uygun düşmeyen yeniliklerin ve reform hareketlerinin hiçbir zaman istenen başarıya ulaşamayacağını görmekteyiz. Anadolu halkı yeni rejimin baskısına rağmen bu baskıdan kaynaklı bir tepki verme psikolojisi ile beraber kendi kimliği ile özdeşleştirdiği İslami değerleri bırakmayarak dini eğitim ve faaliyetleri yer altından devam ettirmiştir.
1979 İran Devrimi ile siyasal İslam uluslararası arenada sahneye çıkarak tüm İslam ülkelerinde yankı bulduğu gibi Türkiye’deki İslami siyaset yanlılarını etkilemiştir. İran’da yaşanan bu devrime benzer bir hareketin Türkiye’de yaşanacağına dair endişe laik kesim ile siyasi İslamcıların sürtüşmesine neden olmuştur. İran’da yaşanan hadise laik Türkiye’nin temel esas ve değerlerine uymamaktadır. Kaldı ki Türkiye’deki siyasi İslamcılar Pakistan başta olmak üzere diğer İslam ülkelerindeki dini alimlerin kitaplarının tercümesi ile beraber bir yenilenme, tekrar dirilme hamlesi içinde olsalar da çok büyük etki gösterememişlerdir.
Bugün Türkiye’de, cumhuriyet rejiminin devrim politikaları nedeniyle yer altı faaliyetleriyle hayatta kalan, zaman zaman siyasi partilerin seçim propagandalarında yer alan bunlarla beraber toplumun büyük kesiminin kimliğinin ayrılmaz bir parçası olan İslam’ın henüz doğduğu günden bu zaman kadar hangi evrelerden geçtiğinin, hangi toplumlarda nasıl yaşandığının ve özellikle Türklerin İslamiyet’e girişiyle beraber Türk devletlerince nasıl yorumlandığının bilimsel ve sosyolojik araştırması yeteri kadar yapılmamıştır. Ocak, böyle bir boşluğun mevcut olduğuna işaret ederek sayılan alanlarda yapılacak bilimsel araştırmalar ile bugünde sorun olan birtakım konuların çözümüne katkı sağlanacağını belirtmektedir. Toplumda büyük çoğunluk, batının yaşam kalitesi ve teknik olarak bizden ileri olduğunun gerçeğini içine sindiremeyen bir kabulle ve bu gerçekten kaynaklanan acı bir hissin etrafında, geçmişin parıltılı dönemlerini arzulayan, asırlar öncesindeki batıya karşı üstünlüğe tekrar kavuşulacağı umuduyla avunan ve ne tüm öz kimliğini bırakıp tam olarak batılılaşabilen ne de tamamen doğulu olabilen bir arada kalmışlığın görüntüsü içindedir. Laik kesim İslam’ı tamamen yok sayan bir anlayışı terk ederek İslam’ın Türk toplumunun bir gerçeği olduğunu kabul etmelidir. Bununla beraber siyasi İslamcılar ise batı ile aralarına koydukları duvarların önüne geçmeli ve batıyı bir düşman algısına oturtmamalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder