GİRİŞ
Türkiye’de sosyalist ve komünist akımların gelişim süreçlerinde en önemli evre 1917 Bolşevik İhtilali’nden sonraki dönemdir. Sosyalist ve komünist hareketleri sol genel kavramı içerisinde ele alırsak, 1917 İhtilali’nden önce Osmanlı Devleti’nde de sol hareketlerin mevcut olduğu görülmektedir. Fakat 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanına kadar Osmanlı Devleti içindeki sol akımlar işçilere yönelik birtakım faaliyetleri kapsamakla beraber, örgütlü bir faaliyetten çok uzak olup kapsamlı bir gelişme de gösterememiştir. İkinci Meşrutiyet’in sağladığı serbest ortamda sol akımlar da diğer birçok fikir akımı gibi faaliyet alanı bulmuştur. Bu dönemde özellikle İstanbul’da aydın bir kitle etrafında sol faaliyetler ortaya çıkmış, ilk işçi grevleri meydana gelmiş ve sosyalist propaganda amaçlı dergi, gazete ve kitaplar basılmıştır. Ancak 1908 sonrası Osmanlı Devleti’nde oluşan sosyalist hareketler daha çok Yahudi, Ermeni, Rum, Bulgar gibi gayri Müslim azınlıkların ürünüdür ve Türk unsurunun bu hareketlere etkisi sınırlıdır. Sadece İstanbul’da küçük bir aydın kitle sosyalist fikirlere ilgi göstermiş ve bunların toplum üzerinde etkisi olmamıştır. Sosyalizmin Türk unsurlar bakımından ilgi görmesi, başka bir deyişle gerçek anlamda solun hayat bulmaya çalışması 1917 sonrası yıllara rastlamaktadır.
Geniş açıdan bakıldığında 1908-1921 arası yıllar Türkiye’de modern solun doğduğu dönemdir. Ancak 1908 ile 1917 arası yıllar hazırlık dönemi gibi görülmekte ve Türkiye’de sol hareketin başlangıç tarihi 1917 Ekim Devrimi kabul edilmektedir. Özellikle 1918’den itibaren milli mücadele döneminde sol akımların Türkiye’de gelişmesinde Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkilerinin etkisi görülmektedir. Sovyetlerin tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sosyalist ve komünist hareketin öncülüğünü üstlenmeye çalışması, işgal altında bulunan Anadolu’nun milli mücadelede yanında bulunmasını istediği yardımcı bir güce ihtiyaç duyması ve bunun sonucu olarak dönemin idarecilerinin sol akımları destekleme düşüncesini benimsememelerine rağmen o yılların şartları gereğince Sovyetler ile yakın ilişkilere girmesi Türkiye’de sol hareketleri canlandırmıştır.
Esas olarak inceleyeceğimiz dönem olan 1918-1921 arası yıllarda, gerek Anadolu’da başta İstanbul olmak üzere sol akımlar faaliyet sahası bulmuş gerekse Anadolu dışında, Almanya’da okuyan öğrencilerin faaliyetleri söz konusu olmuştur. Yurtdışındaki faaliyetler açısından bakıldığında, o dönem Sovyetler Birliği’nde bulunun Mustafa Suphi ve ekibinin çalışmaları, Suphi’nin Sovyet Rusya içinde çeşitli komünist oluşumlarda yer alması, Anadolu’da sol hareketleri ateşlemek için Türkiye’ye ajan ve onlarla beraber propaganda amaçlı gazete, dergi ve kitap göndermesi, sosyalist ve komünist faaliyetleri Türkiye’ye yerleştirme düşüncesi ve buna yönelik olarak dönemin Ankara Hükümeti’yle çeşitli yollardan temasa geçmesi gibi faaliyetler söz konusudur. 1918’den öldüğü yıl olan 1921 arası dönemde Mustafa Suphi’nin Türkiye’ye yönelik sosyalist ve komünist propaganda faaliyetleri, üzerinde önemle durulması gereken konuların başında gelmektedir. 1908 ile 1921 arası dönemde, sol akımlar 1920 yılında en etkin seviyesine ulaşmıştır ve bunda şüphesiz Mustafa Suphi’nin etkisi büyüktür. Ancak Türkiye Komünist Partisi’nin kurulup, Mustafa Suphi’nin partinin genel başkanı olmasından sonra, sol hareketi Anadolu’ya yayma planları gerçekleşememiştir. 1921 yılında Mustafa Suphi’nin ölümü sonrasında, Ankara Hükümeti’nin sol düşünce içeren faaliyetler üzerinde baskı kurduğu görülmektedir. 1921’den cumhuriyetin ilanına kadar olan dönemde, Ankara hükümeti çeşitli siyasi hesaplar gereğince bir taraftan Sovyetler ile yakın ilişkiler kurarken, diğer taraftan da yurt içinde sol hareketlere kuşku ile bakmıştır. Milli mücadelenin sona ermesiyle beraber Sovyetler ile olan ilişkilerde farklılık gösterilmesi, Anadolu’da mevcut olan sol hareketlere gösterilen tavırda baskıcı ve yasaklayıcı bir politikaya geçilmesi aynı zamanda olmuştur. Bu dönem ile 1925 arasında, Türkiye Komünist Partisi ve diğer sol partiler kapatılmış, sol düşünceye sahip bireyler yargılanmış ve sol hareketlerin gelişimi engellenmiştir.
Sol hareketler Türkiye’de 1908’den sonra gelişim göstermesine rağmen, hiçbir zaman bir kitle hareketi olamamış sadece küçük bir aydın çevrede faaliyet alanı bulmuş ve halka yayılamamıştır. Sol akımlar ideolojik olarak zayıf kalmış, sosyalist ve komünist ideoloji tam olarak kavranamamıştır. Ayrıca işçi hareketleri ile sol hareketler arası bir birlik sağlanamamış, sağlam bir örgütlenme ortaya çıkmamıştır. Sola yönelişte Sovyetlere karşı izlenen politikanın her zaman etkisinin olması ve sol akımların Anadolu’nun o dönem için işgal altında olması nedeniyle daha çok antiemperyalist çizgide kalması da gerçek anlamda sosyalist hareketlerin anlaşılmasını olumsuz etkilemiştir.
Yukarıda yüzeysel olarak genel hatlarıyla bahsettiğimiz 1918-1921 yılları arası dönem, sol akımlar bakımında ayrıntılı olarak incelenecektir.
I. BÖLÜM
1. OSMANLI DEVLETİ VE SOL AKIMLAR
1.1. 19. YÜZYILDA OSMANLI DEVLETİ’NDE SOL AKIMLAR
Osmanlı Devleti’nin batılı devletlerle olan siyasal ve ekonomik ilişkilerin 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızla artması, kaçınılmaz olarak burjuva devrimi düşüncelerinin ve sosyalist ideolojinin Türk aydınlarını etkilemesine yol açmıştır. Bu dönemde yurt dışına eğitim amacıyla gönderilen birçok öğrenci de, Avrupa’da bulunduğu yıllarda sol akımlardan etkilenmişlerdir. Ancak küçük bir azınlık dışında Osmanlı aydınlarının hepsinin sosyalist düşünceden etkilendiği söylenemez. Ayrıca devletin kendine özgü siyasi ve sosyo-ekonomik yapısı da sol hareketlerin gelişmesi için uygun değildir. İşçi sınıfının örgütlenmeden yoksun olması, sayıca azlığı ve daha da önemlisi o yıllarda yarı sömürge durumunda olan devlet için etkin bir güce sahip olan yabancı şirketlerin sol hareketlere baskı kurması sol hareketleri engellemekteydi. Bu sebeplerle Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılın sonlarına doğru ideolojik ve siyasal hareketlerin en zayıfı sosyalist hareket olmuştur (Şişmanov, 1978: 25-29).
1860’lı yıllardan itibaren sosyalizm kavramı Osmanlı Devleti’nde tartışılmış ve gazetelerde bir süre önemli bir yer işgal etmiştir. Sonraki süreçte aydın çevre açısından ise I. Enternasyonal’in (1864) aydınlar üzerinde etkisi görülmektedir. Bir bakıma Osmanlı aydınlarının sosyalizmle tanışmaları I. Enternasyonal ile başlamış fakat esas anlamda sosyalizm ve komünizm tartışmaları Paris Komünü (1871) esnasında ve sonrasında yaşanmıştır. Ancak Namık Kemal gibi bazı aydınlar, kendileri sosyalist düşünceyi benimsememiş olmakla beraber, Paris Komünü’ne hayranlık duymaktaydılar. Bunun sebebi olarak da bu aydınların özgürlük düşüncesine olan bağlılıkları gösterilebilir. Paris Komünü’nün Osmanlı aydınları üzerinde etkili olmasının sebebi o dönemde aydın kesimin Avrupa ve özellikle de Fransa ile irtibatlarının son derece kuvvetli olmasıdır. Ayrıca sosyalizm ve komünizm üzerine yapılan tartışmalar ve ortaya atılan görüşler, kişilerin bu kavramlara kendilerince yükledikleri anlamlarla sınırlı kalmıştır. Başka bir deyişle sosyalizm 1860 sonrası dönemde, sadece aydınlar arasında adı bilinen ve mahiyeti hakkında pek fazla bilgi sahibi olunmayan bir olguya dönüşmüştür.
II. Meşrutiyet’e kadarki dönemde işçi örgütlenmelerine bakacak olursak, 1871 yılında kurulan “Ameleperver Cemiyeti” Osmanlı Devleti’nde kuruluna ilk işçi örgütü olarak kabul edilir ve kurulmasında, Fransa başta olmak üzere diğer Avrupa ülkelerindeki işçi hareketlerinin etkisi söz konusudur. Ancak bu örgütün ilk olması dışında herhangi bir özelliği bulunmamaktadır (Sayılgan, 2009). 2. Abdülhamit döneminde işçilerin meslek örgütlenmeleri için verdikleri mücadeleye karşı çıkılmış ve ortaya çıkan birkaç işçi örgütlenmesi de kısa sürede kapatılarak sorumluları cezalandırılmıştır. Tunçay’ın da belirttiği üzere, Osmanlı Devleti’nde işçi hareketleri 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren görülmeye başlanmış olsa da bu hareketler işçi sınıfı bilincinden uzak, salt ücret ve özlük haklarının arttırılmasına yönelik olarak gerçekleştirilmiştir (Tunçay, 1967).
1.2. II. MEŞRUTİYET (1908) SONRASI SOL HAREKETLER
1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyet ile birlikte sağlanan özgürlük ortamı içerisinde özellikle büyük şehirlerde siyasal ve sosyal yaşamda hareketlenmeler başlamıştır. Bu özgürlük ortamında daha önceden yeraltında faaliyet gösteren birçok oluşum partileşme yoluna gitmiş ve birçok sivil toplum kuruluşu da faaliyete geçmiştir. Bunların haricinde, işçi sendikaları ve kulüpleri de kurulmuş ve birtakım eylemler gerçekleştirmişlerdir.
Meşrutiyetin ilanıyla beraber, ülkede meydana gelen yeni siyasal durum, sosyalist hareketin de gelişip ilerlemesi için elverişli koşullar yaratmıştır. Yeni özgürlük ortamında sosyalist eğilimli örgütlerin kurulmasına izin verilmiştir. Geçici bir süre için de olsa, yasaklar ve basındaki sansür kaldırılmış ve ilk defa sosyalist işçi gazeteleri çıkarılmıştır (Şişmanov, 1978: 36).
1908 sonrası dönemde özellikle demiryolu ve ulaşım alanında gerçekleşen grevler görülmektedir. Zonguldak kömür havzasında ve Aydın demiryolu hattında meydana gelen grevler örnek olarak gösterilebilir (Şişmanov, 1978: 39). Bu grevlerin en belirgin özellikleri 1870’lerin başındaki grevlerde olduğu gibi ekonomik nitelik taşımaları ve genelde ücret uyuşmazlıklarından kaynaklamış olmalarıdır. O dönemde ekonomide yabancı sermayenin ağırlığı söz konusu olduğundan, bu grevlerden de en çok yabancı şirketler etkilenmişlerdir. Fakat bu durum grevlerin anti-emperyalist olduğu anlamına gelmemektedir. Aksine söz konusu grevlere katılan işçilerin sosyalist anlamda bir sınıf bilincine sahip olmadıkları görülmektedir (Unsur, 2003: 11).
Meydana gelen grevleri zorla bastırma yoluna giden meşrutiyet yönetimi, grev yapılan şirketlerin genelde yabancı sermayeye ait olması nedeniyle bu şirketlerin baskısına maruz kalıp onlara teminat vermek zorunda kaldığı ve gerçekleştirilen grevlerin hukuki bir belgeye dayanması gereğini duyduğu için Tatil-i Eşgal Kanun-u Muvakkatı’nı ilan etmiştir. Bu kanunla beraber grev hakkı kısıtlanmış ve kurulmuş olan sendikalar feshedilmiştir (Tunçay, 1967).
Şişmanov’a göre 1908’den sonra ülkede salgın hastalık gibi yayılan grevlerin başarıyla sonuçlandığı söylenemez. Bunun nedeni en başta, grevlerin iyi örgütlenememesi, grevdeki işçilere yeterince maddi yardım yapılamaması ve en önemlisi de yabancı sermaye çevrelerini tutan hükümetin grevcilere karşı şiddet uygulamasıydı. Osmanlı Devleti’nde o gün için sosyalist hareketin henüz gelişmemiş olmasının da grevlerin başarıya ulaşamamasında rolü olmuştur (Sişmanov, 1978: 41).
1908 yılından sonra gerçekleşen grevlerin büyük bir kısmı, arkasında güçlü bir örgütlenmeye ve sendika önderliğine sahip olmayan, kendiliğinden gerçekleşen grevlerdi. Grevlerin yalnızca küçük bir kısmı işçi örgütleri ve sendikalar tarafından yönetilmiştir. Bunun en büyük nedeni olarak da Osmanlı Devleti’nde o dönemdeki sosyalist hareketin işçi hareketlerini hem yönlendirme hem de yönetme açısından yeterli tecrübe ve güce sahip olmaması gösterilebilir (Unsur, 2003: 12).
Sonuç olarak diyebiliriz ki, 1908’den sonra genel anlamda sol hareketler olarak nitelendirebileceğimiz faaliyetler ne siyasal ne de ekonomik alanda devrimci sonuçlara gitmemiştir. Ancak padişahın yetkilerinin kısıtlanması ve siyasi parti ve işçi meslek birliklerinin kurulmasına izin verilmesi gibi II. Meşrutiyet’in ilanıyla gelen yenilikler Osmanlı Devleti’nde işçi sınıfı ve sosyalist hareketin ilerlemesinde olumlu etki yaratmıştır. 1913 yılında İttihat ve Terakki’nin siyasal özgürlüğü tamamen yok etmesine kadar birtakım işçi hareketleri devam etmiş ve ülkenin sosyal ve siyasal hayatı bir canlılık kazanmıştır.
II. BÖLÜM
2. 1918-1921 YILLARI ARASINDA TÜRKİYE’DE SOL AKIMLAR
I. Dünya Savaşı’nın ardından 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Antlaşması iç politikada iktidarın devrilmesi, yeni bir hükümetin kurulması, Meclis-i Mebusan’ın feshedilmesi gibi önemli sonuçlar meydana getirmiştir. Yeni bir devleti kurmaya yönelik girişimlerin olduğu bu dönemde sürgüne gönderilen politikacıların geri dönmesi ve İttihat ve Terakki tarafından kapatılan partilerin yeniden dirilmeye çalışmasıyla beraber çeşitli siyasi hareketlenmeler görülmüştür. Bu siyasi hareketlenme ortamında, sol akımlar da gelişme göstermiş ve bazı partiler kurulmuştur. Sol akım çerçevesinde kurulan bu partilerden bir kısmı Osmanlı döneminde 1908 sonrası solculuğun devamı gibiyken bir kısmı da yeni sol oluşumlardır. Gerçek anlamda adını ve faaliyetlerini duyurabilen sol hareketlenmeler 1917’de gerçekleşen Bolşevik Devrimi’nin Türkiye üzerine yansımalarıyla yaşanmıştır. Bolşevik Devrimi Türkiye’nin sadece dış politikasını şekillendirmesinde önemli bir faktör olmamış aynı zamanda iç siyasi alanda da sol akımlar bakımından etkili olmuştur. 1918-1921 arasında kimi sosyalist çizgide olan kimi de sadece işçi haklarını koruma amacıyla kurulan birçok siyasi parti bulunmakla beraber bu partilerden yeni kurulmaya çalışılan Türkiye üzerinde faaliyetleriyle etkili olmuş olanlar incelenecektir.
2.1. TÜRKİYE SOSYALİST FIRKASI
Mütareke yılları olarak adlandırılan 1918-1922 yılları arası dönem İstanbul için işçi eylemleri bakımından sessiz olmamıştır. Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın kurucusu Hüseyin Hilmi Bey I. Dünya Savaşı’nın bitimi üzerine sürgünden döndüğünde İstanbul’da halihazırda birtakım işçi sorunları mevcut bulunmaktaydı. Bu ortam içerisinde Hüseyin Hilmi Bey eski partisi olan Osmanlı Sosyalist Fırkası’nı yeni bir ad ve yeni bir program ile tekrar ortaya çıkarmıştır. Yeni kurulan bu partinin adı Türkiye Sosyalist Fırkası’dır (Tunaya, 1986: 401). 20 Şubat 1919’da kurulan partinin lideri Hüseyin Hilmi Bey, genel sekreteri ise I. Dünya Savaşı sırasında İsviçre’de okumuş olan Mustafa Fazıl’dır (Tunçay, 1967: 48).
Fırkanın Paris Şubesi, Osmanlı Sosyalist Fırkası’nda olduğu gibi Dr. Refik Nevzat tarafından idare edilmiştir. 1919 yılında Moskova’da III. Enternasyonal kurulmuş olmasına rağmen fırka bu oluşuma katılmayarak II. Enternasyonal ile olan bağını yeniden tesis etmiş ve Paris Şubesi aracılığıyla II. Enternasyonal’in düzenlediği Bern ve Amsterdam kongrelerine katılmıştır (İdrak Gazetesi’nden aktaran Tunaya, 1986).
Parti programı incelendiğinde, Türkiye Sosyalist Fırkası Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın devamı olma özelliği gösterir fakat yeni programın kendinden önceki partiden daha kapsamlı sosyal reformların gerçekleşmesini istediği görülmektedir. Ayrıca daha ayrıntılı düzenlenmiş olan parti programından teorik anlamda sosyalist bir parti olma yolunda eskiye nazaran mesafe kat edildiği anlaşılmaktadır.
Parti programına bakıldığında önce sosyalizmin amacı tanımlanmaktadır: eşitsizlik ve adaletsizliğe dayanan bugünkü toplumun ana kuruluşunda değişiklikler yaparak, onu çekilebilecek bir duruma getirmek. Bunun için de parti iki temel istekte bulunmaktadır: 1-imal ve mübadele vasıtalarının millileştirilmesi, 2-bütün dünya sosyalistleri ile işbirliği yapmak, milletler arası işçi birliğini her alanda sağlamak (Sayılgan, 2009: 48). Harris’in (1975: 50) de belirttiği üzere yeni parti programı üretim ve dağıtım araçlarının millileştirilmesini savunacak kadar ileri düzeyde taleplerde bulunmaktaydı.
TSF’nin bu dönemdeki önemi işçi hareketlerinde oluşturucu ve düzenleyici bir rol oynamasından kaynaklanmaktadır. Zaten grevler bakımından hayli hareketli geçen mütareke döneminde TSF grevleri desteklemekle işe başlamış ve daha sonra kendisi grev düzenleyici olmuştur. Örneğin 1919 Temmuzu’nda Şirket-i Hayriye Ateşçiler Grevi’ni desteklemiş ve 1920’ de tramvay işçileri grevinin düzenlenmesini üstlenmiştir. Böylelikle Hilmi ve partisi büyük bir ün sağlamış ve partiye yeni katılımlar olmuştur. TSF işçilerin koruyuculuğunu onların isteklerini hükümete iletmek ve kabul edilmiş olan dileklerin yerine getirilip getirilmediğini izleyerek yapmıştır (Tunaya, 1986: 405)
TSF’nin sosyalist kuruluşlarla ilişkisine bakıldığında partinin yeni programının inkılapçı bir tutum sergilemesi nedeniyle, bu programın gerçekleştirilebilmesi için en etkili yol olarak milletler arası bir hareket içinde diğer sosyalist partilerle birleşmeyi desteklediği görülmektedir. Parti bu amaçla Avrupalı sosyalistlerin 1919’daki toplantılarına Paris Şubesi’nden delegeler göndermiştir (Harris, 1975: 51). TSF’nin bu toplantılarda 1919 yılında kurulan III. Enternasyonal’in dışında kalıp, II. Enternasyonal’e bağlı kaldığı görülmektedir (Tunaya, 1986: 407).
1919’dan itibaren İslam’ın azalarak da olsa sol düşünce içinde yer bulduğu görülmektedir. İslam’ı dayanak olarak kullanmaya devam eden partilerden biri de TSF’dir. Bu bakımdan TSF’nin incelenmesi gereken başka bir boyutu ise İslamiyet ile sosyalizmi bağdaştırma yolundaki çabalarıdır. Fırka’nın yayın organı olan İdrak’in ilk sayısının başyazısında “Memleketimiz ezelî bir sosyalist memleketidir. Şer’-i mübîn-i Ahmedî ise esasen ahkâm-ı münîfesile bir sosyalist düsturudur. Ve bu düstûra tamamen riayet olundukça, ahkâm-ı şer’iyye beynelhalk muta’ kaldıkça bu millet refah içinde yaşamıştır.” (Cerrahoğlu, 1975: 55) denilmekte ve şeriatın hükümleri ile sosyalizmin düsturları arasında benzerlik bulunduğu iddia edilerek Müslüman Osmanlı Devleti’nde sosyalist şeriat hükümleri uygulandığı için insanların refah ve mutluluk içinde yaşadıkları iddia edilmektedir. Bunun yanında fırka beyannamesinde de “Din-i mübin-i İslâm da, sosyalizm esasatını sarahaten (açıkça) tesbit etmiş, Türk an’anâtı da birçok sosyalist fikirleri muhtevi bulunmuştur.” (Tunaya, 1986: 411) denilmektedir.
O dönemde İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf Fırkaları arasındaki mücadele de, Hilmi ve partisi tercihlerini Hürriyet ve İtilaf’tan yana kullanmışlardır. Ancak TSF 1919 genel seçimlerinde önce Hürriyet ve İtilaf’la birlikte olmasının sonucu seçimlere katılmama kararı almış olmasına rağmen, kararını daha sonradan değiştirerek seçime katılma kararı vermiştir. TSF 1919 seçimine yalnız İstanbul’dan iki aday göstererek katılmış ve kazanamamıştır. Kendileri oldukça az oy alan Hilmi ve ekibi bu duruma son derece sinirlenmiştir (Tunaya, 1986: 408-409).
Partinin yayın organı olarak “İdrak” gazetesi göze çarpmaktadır. Tek yapraklı günlük bir gazete olan İdrak kısa süre sonra kapanmış olmasına rağmen yayımlandığı dönem içinde günlük siyaset konularına ve işçilere birleşmelerini öğütleyen yazılara yer vermiştir. Gazete, işçi haberlerine zaman zaman ilgi göstermiş ve TSF programında öngörüldüğü üzere hükümetten bir “Mesalih ve Amele Nezareti” kurulmasını talep ederek işçi sınıfıyla ilgilenmesini istemiştir. Ancak bu gazetede doktriner yazılara pek rastlanmamaktadır. TSF’nin milli mücadeleye karşı olumsuz bir tavır takındığı görülmektedir. Bu sonuç İdrak Gazetesi’nde çıkan yazılarda kurtuluşun galip devletlerin iyi niyetlerinden beklenmesi görüşünden çıkarılmaktadır (Tunçay, 1967: 49-51). Bunlarla beraber gazetede çıkan yazılar Hilmi’nin sosyalizmle İslamiyet’i bir tutma hususundaki devamlı ilgisini de ortaya koymuştur (Harris, 1975: 51).
Partinin dağılma sürecine baktığımızda ise 1920 yılında parti Nizamnamesinde yapılan değişikliklerin etkili olduğu göz ardı edilemez. 1920 yılındaki değişiklikle Hüseyin Hilmi parti içinde kişisel bir egemenlik sağlama yoluna gitmiştir. Yeni tüzüğün ilk maddesi şu şekildedir:
Madde 1 – Fırkanın ünvanı Türkiye Sosyalist Fırkası olup müessis-i evveli Hüseyin Hilmi arkadaş fırkanın layenazil ve daimi reisidir.
Bu madde ile Hilmi kendisini korumaya almış, azledilemez ve parti başkanlığı değiştirilemez bir kişi olarak kendini göstermiştir. Fakat bu durum Hilmi’nin aşırı diktatörce davranmasına yol açmış ve yönetimde bazı despotik tutumlar sergilemesini de beraberinde getirmiştir. Gerek parti içinde gerekse diğer sosyalist çevrelerde Hüseyin Hilmi’nin bu yaklaşımı birçok eleştiriye maruz kalmıştır (Tunaya, 1986).
1921 yılının ikinci yarısı ile 1922 yılının ikinci yarısı arasındaki bir yıllık süreçte TSF zayıflama ve dağılma sürecini yaşamıştır. 1920’de kabul edilen tüzükle partinin tamamen Hüseyin Hilmi’nin diktatörlüğüne sokulmasından ve çok geçmeden partinin bölünerek Hilmi’nin yolsuzluk iddialarıyla suçlanmasından sonra partiden kopmalar meydana gelmiştir. TSF’den ilk ayrılmalar 1921’de meydana gelmiştir. Tunçay TSF’nin durumunun kötüleşmesini üç nedene bağlayarak şu şekilde ifade etmektedir: “Hüseyin Hilmi’nin diktatörce davranışları, parti desteğiyle girişilen yeni grevlerin başarısızlığı ve bunun sonucu işçilerin fırkayı terk etmesi ve son olarak başka işçi kuruluşlarının rekabeti.” (Tunçay, 1967: 56).
Hüseyin Hilmi Bey bu süreçte, önceden değiştirilen tüzük sayesinde, fırka liderliğinden uzaklaştırılmış ve yeni gelen yönetim tarafından hesaplarda yaptırılan incelemelerde Hilmi’nin yolsuzluklarına rastlanmış ve kendisi hakkında dava açılarak Dâhiliye Nezareti’ne de Hilmi Bey ile ilgili bir dilekçe yazılmıştır. Hüseyin Hilmi Bey hakkında ayrıca işçiyi greve teşvik ve elektrik kablolarını bozmaya girişmek suçlarından mahkûmiyet kararı verildiği ve Tunus’a sürgüne gönderileceği yönünde haberler çıkmıştır. Bu tür haberlerden birkaç ay sonra Hilmi 15 Kasım 1922 gecesi Bozdoğan Kemeri önünde, arkadaşı Kalkandereli Haydar adında biri tarafından, sebebi bilinmeyen bir şekilde, dört tabanca kurşunu ile vurularak öldürülmüş ve Hilmi Bey ve hareketi tarihe karışmıştır (Tevhid-i Efkâr’dan akt. Tunaya, 1986).
Hüseyin Hilmi ile ilgili son olarak söylenebilecek başka bir durum ise, Sayılgan’ın belirttiği üzere Hilmi’nin o dönemde İstanbul’u işgal eden İngilizler ile işbirliği içinde olmasıdır. Buna göre Hilmi İngilizlerin desteği ile tramvay grevlerini düzenlemiş ve kendisine da maddi menfaat sağlamıştır. İngilizlerin Hilmi’yi kullanmalarındaki sebep ise Fransız nüfusunu kırma gayesidir. Bu durumda Hilmi İngilizlere menfaat sağlayıp karşılığında maddi destek aldığından milli kurtuluş mücadelesinin karşısında olması da normaldir (Sayılgan, 2009: 50). 1922’de Hilmi’nin ölümü ve Anadolu zaferleri TSF’nin sonu olmuştur (Tunaya, 1986: 411).
Sonuç olarak TSF, liderinin kişisel zayıflıklarına ve tutkularına bağımlı kaldığı için bir kişilik kazanamamıştır (Tunaya, 1986: 410). Ayrıca başka bir yoruma göre, Alman sol basınından Sovyet Dışişleri Halk Komiserliği Bülteni’ne kadar pek çok kaynakta “İngiliz işbirlikçisi” olarak nitelendirilmesi, söz konusu partinin ismi dışında sosyalizmle bir bağının ve ilgisinin bulunmadığını göstermektedir (Unsur, 2003: 24).
2.2. TÜRKİYE İŞÇİ VE ÇİFTÇİ SOSYALİST FIRKASI
Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası (TİÇSF) kurucularını, Mütareke Dönemi’nin İstanbul’unda değil, o dönemde I. Dünya Savaşı’nı kaybeden başkentlerden biri olan Berlin’de aramak gerekir. Savaş sona erdiğinde birçok Türk eğitim görmek veya çalışmak gibi sebeplerle Almanya’da bulunmaktaydı. Berlin’de bulunan Türkler, birlikteliklerini korumak için Hamdullah Suphi (Tanrıöver)’in genel başkanlığını yürüttüğü Türk Kulübü’ne gidip burada vakit geçirmekte ve tanışmaktaydılar. Bu kişiler aynı dönemde Almanya’nın da yenik olmasından kaynaklanan birtakım iç çalkantılara şahit olmakta, özellikle Spartakistlerden ve diğer Marxist guruplardan etkilenmekteydiler. Bunlardan yedi sekiz genç Mustafa Kemal’e yardım elini uzatan tek devlet olarak gördükleri Sovyetler Birliği’nin dayandığı ideolojinin etkisi altında “Türkiye İşçi ve Çiftçi Fırkası”nı kurmuşlar ve 1 Mayıs 1919’da “Kurtuluş” dergisini yayımlamışlardır (Tunaya, 1986: 494).
Kurtuluş dergisi, Berlin’de yalnızca bir sayı yayımlayabilmiş ve sonrasında yayıma İstanbul’da devam edilmiştir. Yayımlanmış olan bu sayıdaki makalelerde Marxist düşüncenin oluşumunun yanında sınıf kavgası, kapitalizm ve sosyalizmin ana esasları da konu edilmiş; bununla birlikte Marx’ın biyografisi de dergide yer almıştır. Burada yazılan yazılar ilmî sosyalizm açısından oldukça bilinçli yazılardır (Tunçay, 1967). Bu çevrenin düşüncesine göre Türk halkının ve yurdunun kurtuluşu, yerli ve yabancı burjuvaziye karşı birleşerek verilecek bir mücadeleyle mümkündür. Kurtuluş dergisi ve bu hareket de bu amaca hizmet etmektedir. Şişmanov’un (1978) da belirttiği gibi, TİÇSF Türkiye’de bilimsel sosyalizmi ideoloji olarak kabul eden ve Marksist-Leninist düşünceleri kitlelere yaymayı amaçlayan ilk siyasi kuruluştur.
Berlin’deki parti farklı düşünce sahiplerini barındırıyordu ve bu kişilerin tek birleştirici konuları Türkiye’yi batı hakimiyetinden kurtarma ve ülkelerinin milletler arası ortamda itibarlı bir mevki alması yolundaki azim ve kararlarıydı. Bu sebeple görevlerini ancak Türkiye’de yerine getirebilecekleri kanaatine sahiptiler. Bu itibarla 1919 Mayıs’ında İstanbul’a gelip faaliyetlerine burada devam etmişlerdir (Harris, 1975: 54-55). İstanbul’a döner dönmez, önceden kurmuş oldukları İşçi ve Çiftçi Fırkası’nın ismini değiştirerek, Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası ismiyle yeni bir parti kurmak istemişler fakat resmi olarak kurulmuş kabul edilmek için yaptıkları ilk başvuruları Dâhiliye Nazırı Adil Bey tarafından reddedilmiş ve daha sonra yaptıkları ikinci başvuru için de henüz başvurularının incelemede olduğu cevabını alınca Fırka 22 Eylül 1919 günü kendini kurulmuş kabul etmiştir (Tunaya, 1986). Bu arada Dr. Şefik Hüsnü (Deymer)[1] de bu çevreye dâhil olmuş ve fırkanın kâtib-i umumisi görevine getirilmiştir. Bu durumda fırkanın fikrî yapısı hem Alman komünizmini hem de Fransız sosyalizmini içeren bir hale dönüşmüştür. Bu karmaşık yapı belki de partinin ileriki yıllarda ideolojik ve yöntemsel bakımdan bölünmeye gidecek olmasını hazırlayan sebeplerden biri olmuştur.
TİÇSF’nin esas çekirdeğini, Almanya’dan dönen Türk işçileri meydana getirmekteydi. I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’ya giden üç bin kadar işçinin büyük çoğunluğu, orada devrimci işçi ve sosyalist harekete, Spartaküslerin ayaklanmasına ve savaşa karşı yapılan işçi örgütlerine katılmıştır. Bu işçiler Türkiye’ye döndüklerinde Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkasına girmişlerdir (Şişmanov, 1978: 71).
TİÇSF, kuruluşundan sonra bir “Kuruluş Bildirisi” ve asgari parti programı yayımlamıştır. Programın ilk maddesinde, partinin Büyük Millet Meclisi’nin saltanatın ilgası, milli egemenliğin sağlanması kararlarını kabul ettikleri ve bu şiarlar için mücadele edileceği açıklanmıştır. Parti programındaki temel istekler, genel ve eşit oy hakkı, aşarın kaldırılması, kooperatifleri kurma ve grev yapma hakkı, 8 saatlik işgünü, ücretsiz ve zorunlu eğitim olarak sıralanabilir (Unsur, 2003).
Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası 1919 seçimleri öncesinde sosyalist kuruluşları birleştirme düşüncesiyle birtakım girişimlerde bulunmuştur. O dönemde dahi İstanbul’daki sosyalist veya işçi örgütlenmeleri bir hayli bölünmüş ve fazla sayıdadır. Bu bölünmüşlüğü ortadan kaldırma niyetiyle oluşturmaya çalıştıkları “birleşik cephe” mümkün olmamış ve Fırka, 1919 seçimlerinde aday gösterdikleri dört kişiden hiçbiri seçilemeyerek, başarısız olmuştur. TİÇSF’nin seçimleri kazanamaması üzerine Şefik Hüsnü’nün yaptığı yorum ise kazanamamanın fırkanın geç kuruluş izni almasından kaynaklandığı ancak seçimin parti için tanıtma aracı olduğu yönünde olmuştur (Tunaya, 1986: 487).
İstanbul’da Kurtuluş Dergisi’nin çıkarılmasına devam edilmiş ancak sadece beş sayı çıkarılabilmiştir. 19 Şubat tarihli beşinci sayıdan sonra, 16 Mart 1920’de İngilizlerin İstanbul’u işgal etmesinden sonra yayımlanması durdurulmuştur. Hem seçimlerde yaşanan başarısızlık hem de İstanbul’un işgal edilmesi üzerine parti içinde bölünmeler başlamış ve özellikle Berlin’den gelen üyeler Anadolu’ya hareket ederek milli mücadeleye katılma kararı almışlardır. Yaklaşık 15 aylık bir aradan sonra Moskova’da III. Enternasyonal’in Üçüncü Kongresi yapılırken İstanbul’da kalan çevre, kapanan Kurtuluş’un yerine kendilerinin daha sonra da bu isimle anılmalarını sağlayacak olan, Aydınlık adında bir dergi çıkarmaya başlamıştır. Aydınlık dergisinin bir özelliği de Çevre’nin yönünü Moskova çizgisine ve III. Enternasyonal’e çevirmesine şahitlik etmiş olan yayın organı olmasıdır. Özellikle Dr. Şefik Hüsnü’nün ideolojik, politik ve sosyolojik makaleleriyle Aydınlık Çevresi’nin fikir çizgisi ortaya konmuştur.
Aydınlık Çevresi Anadolu’daki Milli Kurtuluş Hareketi’ni ve TBMM Hükümeti’ni en başından beri desteklemiştir (Tunaya, 1986). Kurtuluş Savaşı’nda kazanılan zaferler Çevre tarafından oldukça sevinçle karşılanmış ve Aydınlık dergisinde Enternasyonalist işçi dayanışmasının bu zaferde payı olduğu belirtilmiş ve bu zaferleri sosyalist reformların izlemesi gerektiği fikri savunulmuştur (Tunçay, 1967). Dağıtılan bildirilerle “Mustafa Kemal lehine, emperyalizm, kapitalizm ve monarşizm aleyhine” propagandalar yürütülmüş ve saltanatın kaldırılması üzerine de Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası tarafından TBMM’ye tebrik ve teşekkür telgrafı gönderilmiştir (Tunçay, 1967: 158). Aydınlık Çevresi’nin Ankara Hükümeti’ni bu derece destekliyor olmasının bir sebebi de, bahsi geçen süreçte Ankara ile Moskova’nın yakın ilişkiler içinde bulunmaları ve Aydınlık Çevresi’nin de Moskova çizgisinde bir siyasi görüşe sahip olmasıdır.
Dr. Şefik Hüsnü, Aydınlık’ta yazmış olduğu makalelerde Türkiye’de devrim fikri üzerine düşünceler ileri sürmüştür. Şefik Hüsnü’ye göre Türkiye’de Tanzimat’tan sonra özellikle büyük şehirlerde biri asilzadeler diğeri de ordu ve idarenin ileri gelenleri olmak üzere iki çeşit burjuvazi oluşmuştur. Bunların yanında köylerde ve kasabalarda da küçük burjuvazi diye adlandırılabilecek bir sınıf meydana gelmiştir. Ayrıca tarım işçileri ve şehirli işçiler diye adlandırılabilecek olan bir işçi sınıfı da mevcuttur. Ancak Avrupa’da değişimlerin önderliğini yapan şehir işçileri sınıfı Türkiye’de Avrupa’daki gibi gelişmiş olmadığından dolayı henüz tam bir sınıf ruhunun oluşmadığı gözlemlenebilmektedir. Bunun sebebi de Şefik Hüsnü’ye göre teşkilat eksikliğidir. Yine bu makalelerinde Şefik Hüsnü kişilerin mülkiyet hakkının ortadan kaldırılması, üretim araçları ve tabii ihtiyaçların hava ve su gibi umumun istifadesine sunulması yoluyla gerçekleşecek olan proleter devrimi ve sınıfsız bir toplumun yaratılmasını hedeflemiştir (Tunçay, 1967).
TSF ile karşılaştırma yapıldığında, Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası, Türkiye Sosyalist Fırkası’ndan farklı olarak bir aydınlar partisi olmuştur. Ayrıca, TSF II. Enternasyonal’e bağlı oluşunu nizamnamesine koyarken, TİÇSF Marksist-Leninist, III. Enternasyonal’e bağlanmış veya bağlanmak istemiştir. Başka bir fark ise TSF’nin tamamen aksine, TİÇSF o dönemdeki Damat Ferit hükümetinin politikasına karşıdır ve emperyalizmle mücadele ettiği için TBMM Hükümeti’nden yana olmuştur (Tunaya, 1986: 495-499).
1923 yılına gelene kadar Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası, genel olarak İstanbul’da faaliyet göstermiş ve III. Enternasyonal’e bağlanarak İstanbul sosyalizmine yeni bir açılım getirmiştir. Ayrıca Fırka’nın önde gelen kişileri daha sonraki yıllarda Türk komünist hareketinde önemli roller oynayacak olan kişilerdir (Harris, 1975). Bu bakımdan oldukça önemli olan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası ve Aydınlık Çevresi, 1923 yılı ve sonrasında Anadolu’da faaliyet göstermeye devam etmiş ve Türkiye komünist hareketinin büyük oranda temelini teşkil etmiştir.
TİÇSF 1924 yılında kendini feshetmiştir. Ancak daha önceki dönemde, 1923 yılında TBMM Hükümeti tarafından partililerin bazılarının gizli komünist partisiyle ilişkili olmaları ve birlikte hareket etmeleri nedenleriyle soruşturmalar açılmıştır. Partinin ileri gelen üyelerinden bazıları bu süreçte TKP ve Türkiye Komünist Gençler Birliği (TKGB)’nin üyeleri olduğu iddiasıyla TBMM Hükümetini devirmeye kalkmak suçlamasıyla tutuklanmışlardır. 1924’de parti faaliyetlerini durdurmuş olup, Aydınlık Dergisi ise 1925 yılına kadar yayımına devam etmiştir (Unsur, 2003: 33).
2.3. TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ VE MUSTAFA SUPHİ
Türkiye Komünist Partisi’nin kurulması ve teşkilatlanması yurt dışında gerçekleşmiş olup, Mustafa Suphi’nin hayatı ile yakından ilgilidir. TKP’nin Rusya’da ilk oluşumlarına başlamış olması ve bu oluşumlarda da Mustafa Suphi’nin etkileri söz konusu olması nedeniyle TKP’nin faaliyetlerine Mustafa Suphi’nin hayatıyla bağlantılı olarak değinilecektir.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, yurt dışında gerçekleşen bu örgütlenme 1917’de gerçekleşen Bolşevik İhtilali sonucu, Bolşeviklerin farklı milletler üzerinde propaganda yapmasıyla yakından ilgilidir. Çünkü I. Dünya Savaşı’nda esir düşen Türk askerleri arasında gerçekleştirilen propaganda faaliyetleri TKP’nin oluşumunun kökeni niteliğindedir.
Konuyla ilgili olarak Aslan, Bolşeviklerin Rusya’daki Türk esirleri arasında komünizm propagandası yapmaya ve onları kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya önem verdiklerini belirtir. Çünkü bunları gerek Rusya içinde Kızıl Ordu’da çarlık kalıntılarına karşı mücadelede, gerekse Türkiye’de komünizmi yayma faaliyetlerinde kullanabilirlerdi. Bu amaçla hareket eden Sovyet Hükümeti, bu harekete lider olarak Mustafa Suphi’yi seçmişti (Aslan, 1997: 6).
Mustafa Suphi’nin Rusya’ya gidip bu sol harekete öncülük etmesi onun İttihat ve Terakki döneminin muhaliflerinden olmasıyla bağlantılıdır. Suphi muhalif olması sebebiyle, İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından Sinop’a sürgün edilmiş ve 1914 yılında da buradan Rusya’ya kaçmıştır (Tunçay, 1967: 99-100). Bu noktada tartışılan konu Suphi’nin sol fikirleri kabul etmesinin Rusya’ya kaçmasından önce mi yoksa sonra mı olduğuyla ilgilidir. Bir görüşe göre Suphi eğitim için bulunduğu Paris’te yaşadığı dönemde sosyalist olmuş ve hatta Türkiye’ye döndüğünde de Osmanlı Sosyalist Fırkası’na üye olmuştur. Ancak hem bu partiye üye olması hem de Fransa’da iken sosyalist olduğu konusunda geçerli bir belge mevcut değildir. Bu durumda hem Tunçay’ın (1967: 100), hem de Aslan’ın belirttiği üzere (1997: 24) Suphi’nin sosyalist olması Rusya’da kaldığı yıllarda gerçeklemiştir. Siyasal mülteci olarak 1914 yılında sığındığı Rusya’da Türk sol devrimcilerle ve Bolşeviklerle temasa geçerek Türk askeri esirleri arasında faaliyet göstermiştir. Suphi 1915 yılında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne üye olmuş, fabrikalarda çalışmış ve kendisi gibi çalışan Türk esirlerle temasa geçmiş ve Bolşeviklerle ilişkisi esnasında onlardan Marksist literatürü almış ve fikirleri Marksizm’e doğru yönelmeye başlamıştır. Sonuç olarak, Suphi’nin sosyalist olması Rusya’ya geldikten sonraki yıllarda gerçekleşmiş olup bundan önceki dönemde onun sosyalist olduğuna dair bir belge bulunmamaktadır (Aslan, 1997: 24).
1917’de gerçekleştirilen İhtilal’den sonra giderek kuvvetlenen Bolşevik rejiminin etkisiyle, Türkiye’deki sosyalistlerin önderliği için Mustafa Suphi’nin faaliyetlere başladığı görülmektedir. Bu amaçla Suphi 1918 yılında Moskova’ya hareket etmiştir. Ancak bu dönemde Suphi henüz Anadolu’da gerçekleşmekte olan olaylarla yakından ilgilenememiş, daha çok I. Dünya Savaşı’nda esir düşüp Rusya’da olan Türk askerleri arasında çalışmalar yapmıştır. Temmuz 1918’de, Rusya’nın farklı bölgelerinde bulunan sosyalistleri bir teşkilat altında toplamak için Türk Sol Sosyalistleri Konferansı’nı toplamış ve bu konferansla birlikte Türkiye Komünist Teşkilatı (TKT) kurulmuştur.
Konferansta Rusya ve Türkiye’deki amele ve rençperler arasında, teşkilatlanma ve sosyal devrim cephesinin fiilen ve fikren savunusunun yapılmasına ve teşkilatın fırka haline getirilmesine karar verilmiştir (Unsur, 2003: 37). 1918 yılından 1920 yılına kadar Türkiye Komünist Teşkilatı fırka haline dönüşmeden faaliyetlerine devam etmiştir. Aslan, Mustafa Suphi’nin faaliyetlerinin TKT’yi parti haline dönüştürmekte pek acele etmediğini gösterdiğini belirtmektedir. Bunun nedeni olarak da TKT’nin kurulduğu 1918’den itibaren en büyük hedefin bir an önce Rusya’da ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinde komünist grup ve teşkilatlar meydana getirmek, komünizmi Türkler arasında yaymak ve buralarda oluşan teşkilatların temsilcilerinin katılımıyla da bir kongre yapmak ve bütün komünist grup ve teşkilatları bir merkezde birleştirmek olduğunu dile getirir. Dolayısıyla 1918’den 1920’ye kadar olan 2 yıllık sürede çalışmalar bu amaçlar etrafında gerçeklemiştir (Aslan, 1997: 243).
Türkiye Komünist Partisi (TKP), yukarıda belirtilen amaçlar etrafında 10 Eylül 1920’de Bakü’de toplanan Türkiye Komünist Teşkilatları 1. Kongresi ile meydan gelmiştir. Türkiye ve Rusya’nın çeşitli yerlerinde kurulmuş olan komünist grup ve teşkilatlara üye temsilciler, bu Kongre’de bütün komünist grup ve teşkilatların birleşmesini kabul etmişler ve TKP’de bu kongre ile ortaya çıkmıştır. Böylece TKP yurt dışında Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de TKT’nin 1. Kongresi tarafından kurulmuştur. Kuruluş tarihi olarak da parti teşkilat nizamnamesinin kabul edildiği 15 Eylül 1920 kabul edilmektedir (Aslan, 1997: 244).
Şişmanov (1978: 98) Mustafa Suphi’nin bu kongrenin Anadolu’da (Ankara’da) toplanması için girişimlerde bulunduğunu ancak Ankara Hükümeti’nin izin vermemesi üzerine kongrenin Türkiye dışında yapıldığını yazmaktadır. Aslan’a göre ise, TKT Kongresinin Ankara’da yapılmasının kararlaştırıldığı fikrine inanmak güçtür ancak Anadolu hükümetinin engelleyici tavrı Bakü’de yapılacak kongreye Türkiye’deki komünist grupların temsilcilerinin katılmasını önlemek konusunda kendini göstermiştir (Aslan, 1997: 210-11).
TKP’nin kuruluşunu sağlayan bu kongrenin içeriğine bakıldığında, öncelikle kongreye Türkiye’nin farklı bölgelerinden delegeler katıldığı göze çarpmaktadır. Her ne kadar bazı illerden delegeler o illerdeki mevcut savaş durumu nedeniyle kongreye katılamasalar da İstanbul, İzmir, Ankara, İnebolu, Trabzon, Erzurum, Eskişehir ve Konya’dan katılımlar olmuştur. Kongre için değinilebilecek önemli diğer bir nokta ise, kongreye başkanlık eden Suphi’nin TKP’yi o dönemde Anadolu’da mevcut olan antiemperyalist mücadeleyi destekleyici olarak görmüş olmasıdır. Ayrıca bu kongre sadece TKP’yi kurmamış aynı zamanda Türkiye’deki tüm sol grupları tek bir çatı altında toplamıştır. Kongrenin diğer bir özelliği ise faaliyet merkezinin Anadolu’ya taşınmasının kararlaştırılmış olmasıdır.
Türkiye Komünist Partisi’nin tüzüğüne ve faaliyetlerine geçmeden önce bir noktanın altını çizmekte fayda vardır. Mustafa Suphi’nin Bakü’de sol grupları birleştirmeye yönelik bir kongre toplamasını Sovyet Rusya desteklemiştir. Sayılgan (2009: 73), bunun sebebi olarak Rusların Suphi’yi ve teşkilatını desteklemek suretiyle Türkiye’de gerçekleşen Milli Kurtuluş Savaşı sürecine etki edebilmeyi amaçladıklarını belirtmektedir. Kaldı ki Sayılgan (2009: 70), Mustafa Suphi’yi o yılların Rusya’sında, Sovyetlerin, Mustafa Kemal Paşa’ya karşı kullandıkları bir “alet” olarak nitelendirmiştir. Harris (1975: 68) ise Rusya’da şekillenen komünist hareketin başlangıçtan beri Moskova’nın kılavuzluğunda gerçekleştiğini ve özellikle Türk esirler arasında yapılan faaliyetlerle Rusya’nın Anadolu’daki komünist hareketi kontrol altına alabilmeyi umduğu bir vasıta haline getirildiğini yazmaktadır.
Türkiye Komünist Partisi’ni kuran kongrede parti tüzüğü ve programı da belirlenmişti. Parti programı tamamen Marksist bir görüşle hazırlanmış olup hükümetin şekli, dini ve iktisadi hayat, bankalar, vergiler, köy tasarrufatı, işçiler, mahkeme, eğitim ve sağlık gibi konuları kapsamaktaydı. Ayrıca TKP’yi kuran bu kongrede, TKP’nin Türkiye’de emperyalizme karşı olan mücadeleye yardım etmesi vurgulanmış ve III. Enternasyonal’den yana tavır alınmıştır. Harris, Mustafa Suphi’nin kongredeki genel tutumunu, Türkiye’de derhal Sovyet güç ve nüfuzunun kurulması gerektiğini düşünen sol kanatla, partiyi tipik bir burjuva milliyetçi örgüt haline dönüştürebilecek sağ kanat arasında dengeli bir yol sağlamaya çalışmak olarak nitelendirmiştir. Bununla birlikte, 10 Eylül 1920’deki bu parti kongresinde Kemalistlerle işbirliğinde bulunmanın ancak geçici bir tedbir olduğunu belirtmiştir. Gerçek görevin ise, işçi sınıfının iktidarı ele alma zeminini hazırlamak olduğu vurgulanmıştır (Harris, 1975: 89). Fakat Bakü’de toplanan Komünist Partisi birleştirilmiş bir hareketin ancak küçük bir çekirdeği olmuş ve hiçbir manada kitle teşkilatı olamamıştır.
2.3.1. Türkiye Komünist Partisi’nin Türkiye’ye Taşınması
Bakü Kongresi’nde mücadeleyi Türkiye’ye taşımanın gerekliliği üzerinde durulmuş olmasından dolayı Suphi ve arkadaşları Ankara’ya gitmeye karar vermişlerdi. Suphi ve çevresi Bakü’ye yerleştikten sonra TBMM Hükümeti’yle temas çalışmalarına başlamıştır. Aslında bu amaca yönelik olarak, Türkiye Komünist Teşkilatı (TKT) bir taraftan gizlice propagandacılarını Anadolu’ya göndererek teşkilatlanma ve kışkırtma çalışmalarını sürdürürken, diğer taraftan da Anadolu’ya resmi temsilcilerini göndererek TBMM Hükümeti ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır. Bu amaçla TKT’nin önde gelen üyelerinden Süleyman Sami Ankara’ya, Salih Zeki ve arkadaşları ise Erzurum’a gönderilerek temaslarda bulunmuşlardır (Aslan, 1997: 268) Tunçay’da Mustafa Suphi’nin, Türkiye’ye gelmeden önce Mustafa Kemal Paşa ile bir süre yazıştığını belirtmektedir (Tunçay, 1967: 116).
Suphi’nin 1918’den itibaren birçok faaliyette bulunması ve 1920’de teşkilat bakımından daha kuvvetli hale gelmesi elbette TBMM Hükümeti’nin gözünden kaçmış olamazdı. Aslan (1997: 268) Suphi hakkında TBMM Hükümeti’ne gelen bilgilerin onu, Lenin’in güvenini kazanmış, nüfuzlu bir kişi olarak göstermekte olduğunun ve gerek Kazım Karabekir Paşa’da gerekse Mustafa Kemal Paşa’da, ondan milli menfaatlerimiz doğrultusunda yararlanılabileceği kanaatini uyandırdığının anlaşıldığını yazmaktadır.
Gerek Süleyman Sami’nin ve gerekse Salih Zeki’nin TBMM Hükümeti ile temas kurmak için Anadolu’ya gönderilmelerinin öncelikli iki sebebi olabilirdi. Birincisi Türkiye Komünist Teşkilatları Kongresi’ne Türkiye’den delege getirmeyi sağlamak, diğeri ise Teşkilatın Merkezi Komitesi’ni Türkiye’ye getirmeden önce, TBMM Hükümeti’nin bu konuda takınacağı tavrı algılamak. Ayrıca komünistlerin TBMM Hükümeti’nin izni ile yasal olarak Türkiye’de teşkilatlanmalarının mümkün olup olmadığını anlamak. Mustafa Kemal Paşa’nın ve Kazım Karabekir’in Süleyman Sami ve Salih Zeki Heyetlerine son derece ılımlı bir tavır takındıkları anlaşılmaktadır. Peki, bu ılımlı tavrın sebebi ne olabilir? Bu soruya verilecek cevabı Kazım Karabekir’in Mustafa Kemal’e konuyla ilgili yazdığı mektupta aramak gerekmektedir.[2] Mektuplardan anlaşıldığı üzere, TKT Merkez Komitesi üyeleri olan bu kişilerin asıl niyet ve istekleri bilinmesine rağmen, Sovyet yardımına olan ihtiyaç ve içinde bulunulan durum Anadolu liderlerini ihtiyatlı davranmaya sevk etmiştir (Aslan, 1997: 278).
Esasen, dönemin şartları göz önüne alındığında Sovyetlerin güdümündeki Mustafa Suphi’nin Anadolu’ya yurt dışında kurduğu TKT’yi taşıma ve Türkiye’de faaliyetlerde bulunma isteklerine ılımlı yaklaşılması dış politikaların iç yansıması olarak değerlendirilebilir. O dönemde milli kurtuluş mücadelesi için çaba sarf eden TBMM Hükümeti’nin bir bakıma yardım alabileceği ve dayanabileceği tek ülke Sovyetler Birliği olarak gözükmektedir. Aynı şekilde Sovyetler Birliği de henüz kurmuş olduğu yeni rejimle batılı devletlerden fikren ayrılmakta olup dış politikada kendi yanında birilerini aramaktadır. Dolayısıyla duruma sol akımlar perspektifinden bakıldığında, Anadolu halkının kendi içinden doğan bir sol hareket görülmeyip, zorunluluktan başka bir deyişle şartların zorlamasından kaynaklanan sola ılımlı bir yaklaşımın var olduğu düşünülebilir.
Hem yazılarından hem de çalışmalarından anlaşıldığı üzere Mustafa Suphi henüz 10 Eylül 1920’de Türkiye Komünist Teşkilatı’nı kurmadan önce, kuracağı bu teşkilatı Türkiye’ye nakletme kararını daha önceden almıştır. Başka bir deyişle, TKT’den hemen sonra TKP’nin Anadolu’ya taşınmasını daha önceki bir dönemde planlamıştır. Mustafa Suphi’nin Türkiye’ye geçmekteki amacı, Türk işçi ve köylüsünü teşkilatlandırmak ve Türkiye’yi işgal eden emperyalist-kapitalistlere karşı isyan başlatmaktı. Bu amaç etrafında Suphi birçok ajanı Türkiye’ye yollayarak ve bildiriler dağıtarak halkı isyana çağırmıştır. Yani Lenin’in Rusya’da yaptığını, O Türkiye’de başarmak istemiştir.[3] TKT bir taraftan temsilcilerini Anadolu’ya göndererek TBMM Hükümeti ile ilişki kurmaya çaba gösteriyor, diğer taraftan Anadolu’nun çeşitli bölgelerine gizlice komünizm propagandası yapmak ve teşkilatlanmak üzere propagandacılar gönderiyordu. Bu çalışmaların asıl hedefi Türkiye’de Sovyet Hükümeti kurmaktı. Anadolu’daki milli bağımsızlık hareketi liderlerinin Sovyet Rusya’ya yaklaşımlarını çok iyi değerlendiren Suphi, TBMM Hükümeti ile Sovyet Rusya arasında kurulacak ilişkilere aracılık yapma girişimine soyundu. Böylece, TKT aracılığıyla Sovyetlerin Anadolu’daki milli harekete yardım yapmasını sağlayacak ve bu sayede Türkiye’de komünistlerin serbestçe propaganda ve teşkilatlanma çalışmalarına olanak yaratacaktı. Bu istek ve amaçların hepsi TKT’nin 10 Eylül 1920’deki 1. Kongresinden önce düşünülmüştü. Yani yukarıda belirtilenler gerçekleştirilerek, 10 Eylül 1920’deki TKT’nin 1. Kongresiyle birlikte kurulan TKP Türkiye’ye taşınacaktı (Aslan, 1997: 284-286).
Bu gelişmeler ışığında, TBMM Hükümeti’yle temas sağlandıktan sonra TKP’nin Türkiye’ye gelmesine izin verilip verilmediği bir tartışma konusudur. Her ne kadar kimse Mustafa Suphi’ye böyle bir izin verildiğine dair açık bir belge gösterememiş olsa da, mevcut bilgiler ve genel kanı Suphi’nin TBMM Hükümeti tarafından Anadolu’ya gelmesine izin verildiği ve hatta davet edildiği yönündedir. Bu izne sebep olarak iki düşünce ileri sürülmektedir. Bunlardan ilki yukarıda da değinildiği üzere, o günkü şartlar altında Türkiye’nin Sovyet Rusya’nın dostluğu ve desteğine ihtiyacı dikkate alındığında, Suphi’nin Türkiye’ye gelmek istemesine olumsuz cevap verilmesinin düşünülemeyeceği yönündedir. Sovyet Rusya’nın güdümündeki Suphi’ye bu izni vermemek, milli mücadelenin geleceği açısından olumsuz sonuçlar yaratabilirdi. Kaldı ki Sovyet Rusya’nın Türkiye’ye yardım etmesinin bir şartının da komünist faaliyetlere izin verilmesiyle bağlantılı olduğu görülmektedir. Sonuç olarak Suphi’nin Türkiye’ye gelmesine izin verilmesi gönüllü değildir, yalnızca içinde bulunulan şartların ortaya çıkardığı bir zorunluluktur. İkinci sebep ise, TKT tarafından Anadolu’ya gönderilen ajanların ve bu ajanların yaptıkları propaganda faaliyetlerinin TBMM Hükümeti tarafından dikkatle izlenmesiyle ilgilidir. Bu durumlar endişe ile izlenmiş ve Suphi’nin kontrol altına alınması gerektiği, aksi takdirde ülke adına olumsuz sonuçlar doğurabileceği kanısına varılmıştır. Bu nedenle Suphi’nin Anadolu’ya getirilerek TBMM Hükümeti’nin kontrolü altında tutulmasının daha uygun olacağı düşünülmüş olabilir (Aslan, 1997: 289-291).
2.3.2 Resmi (Sahte) Türkiye Komünist Partisi
Her ne kadar Suphi’nin Türkiye’ye gelmesine izin verilmişse de Suphi hakkında Türkiye’ye geliş öncesi verilen raporlar hiçte olumlu değildir. Türk komünistlerin hem Rusya’da kalıp yıkıcı propagandalara devam etmeleri hem de Türkiye’ye gelip burada teşkilatlanmaları mahzurlu görülüyordu. Ayrıca uzun zamandır Suphi’nin Türkiye’ye gizlice gönderdiği propagandacılar vasıtasıyla, halk ve asker içinde ajitasyon ve propagandalar yaptırdığı, gizlice teşkilatlanmaya çalıştığı dikkate alındığında durum daha büyük sorunlara yol açabilecek gibi görünmekteydi. Suphi’nin Türkiye’ye gelmek için yola çıktığı tam da bu dönemde hem meclis içinde hem de dışında komünist faaliyetler artmıştı. TBMM Hükümeti bu komünist faaliyetleri kontrol altında tutmak için resmi olarak “Türkiye Komünist Partisi” adı altında bir parti kurdurttu (Aslan, 1997: 299-300).
Atatürk, Suphi’nin Eskişehir ve Ankara’daki ajanlarının ülkede Sovyet Rusya yararına bir inkılabı oluşturmak için çalıştıkları sonucuna varmıştı. Daha 11 Eylül 1920[4]’de bu planı bozmak ve komünist hareketi destekleyenleri hapsetmek maksadıyla “Hiyanet-i Vataniye” Kanunu, askeri bozgunculuk olduğu kadar siyasi yıkıcılığı da kapsayacak biçimde genişletilmişti. Fakat Atatürk’ün komünist yıkıcılığına karşı kullandığı daha önemli silah ise kendi resmi Türkiye Komünist Partisi’ni kurmaktı. Atatürk, Hakkı Behiç ve Atatürk’e bağlı diğer kişiler 18 Kasım 1920’de doğrudan doğruya Atatürk’ün kendisine bağlı sözde komünist partisini kurdular. Atatürk bu yolla kendilerini radikal sosyal reforma adamış olan kimselerin enerjilerini milli inkılabın hizmetine kanalize edebileceğini ummaktaydı. Ayrıca bu sahte komünist partisiyle Sovyet komünistlerinin çabalarını engellemek mümkün olabilecekti. Atatürk bu partinin sadakatsiz kişilerin eline geçmesini önlemek için, parti lider kadrosunu güvendiği insanlardan oluşturdu. Partinin merkez heyetinde Fevzi Çakmak, Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir, Refet Bele, İsmet İnönü, Yunus Nadi, Refik Koraltan, Dr. Adnan Adıvar, Celal Bayar bulunmaktaydı. Atatürk bu partiyi sadece ülkedeki komünist yıkıcılığı için değil, Sovyetlerle ilişkileri pekiştirsin diye de kurmuştu. Partinin yayın organları Türk komünizmi ile Sovyet Bolşevizmi arasındaki farkları halka duyurmaya çalışmıştır (Harris, 1975: 114-117).
Görüldüğü gibi, sahte-resmi bir komünist partisinin kurularak Türkiye ve Sovyetler arasındaki ilişkiye olumlu katkı sağlanması amaçlanmış olabilir. Ancak bu resmi parti Bolşevik rejiminin Anadolu’da uygulanamayacağını da belirtmiştir. Ayrıca komünist düşüncelerin engellenip bu düşüncelerin zayıflatılarak onların Kemalist amaçlara doğru kanalize edilmesinde de işe yarayacağı düşünülmüştür.
2.3.3. Mustafa Suphi’nin Türkiye’ye Gelişi ve Ölümü
Ankara’da komünist hareketler hükümetin istemediği bir şekilde gerçekleşirken, Suphi’nin Türkiye’ye gelip bu hareketleri körüklemesinden endişe edilmekteydi. TBMM Hükümeti son olarak Suphi ve arkadaşları Türkiye’ye geldiklerinde Ankara’ya gönderilmemelerine karar vermiş olup, onlar hakkında yapılacak muameleyi Kazım Karabekir’e bırakmıştır. Suphi ve arkadaşları bir heyet halinde Bakü’den harekete çıkarak 28 Eylül 1920’de Kars’a gelmişlerdir (Tunçay 1967: 118, Aslan, 1997: 301).
Kazım Karabekir ve Erzurum valisi arasındaki yazışmalardan[5] Suphi ve arkadaşlarının Kars’a geldikleri ilk günlerde, Türkiye’den sınır dışı edilmelerinin kararlaştırıldığını ve bunun nasıl gerçekleştirileceğinin de Kazım Karabekir tarafından hazırlanan bir plan dahilinde olacağı anlaşılmaktadır. Buna göre TKP Heyeti Erzurum’a geldiğinde halk tarafından aleyhte tezahürat yapılacak ve böylece onlarda ülkede kalma olanağı olmadığı düşüncesi uyandırılacaktı. Halkın sakinleştirilmesi için Trabzon’dan sınır dışına çıkmaları kendilerine uygun bir şekilde söylenecek ve Trabzon’a kadar yollarda heyet aleyhine tezahüratlara devam edilecekti. Böylelikle Ruslara da Suphi ve arkadaşlarının Türkiye’de hiçbir önemlerinin olmadığı ve iş göremeyecekleri gösterilecekti (Aslan, 1997: 308-309). Aslan, bu konu hakkında şu husus üzerinde önemle durmaktadır: Kazım Karabekir Paşa’nın bu heyet hakkında yaptığı planın amacı kesinlikle bunları ortadan kaldırmak değil, bunları Türkiye’de iş göremeyeceklerine inandırarak sınır dışına çıkarmaktı (Aslan, 1997: 311).
Kars’a vardıktan sonra Mustafa Suphi ve arkadaşları Ankara’ya ulaşmak için Erzurum’a hareket etmiştir. Tunçay (1967: 119) bu şehirde Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti’nin kışkırtmalarıyla grubun Erzurum’a sokulmadığını belirtmektedir. Aslan (1997, 318) Erzurum’da halkın galeyan ve hakaretleri ile karşılanan Mustafa Suphi ve arkadaşlarının, önceden düzenlenmiş plan gereği, halkın bir zarar vermesinden korumak gerekçesiyle şehre sokulmayarak, tekrar trene bindirilip Trabzon’a doğru yola çıkarıldıklarını belirtmektedir. Belirtilmesi gereken diğer önemli bir nokta ise, tüm bu gelişmelerden Atatürk’ün haberdar edilmekte olduğudur.
Bu durumlar yorumlandığında ortaya şu sonuçlar çıkmaktadır. Öncelikle TKP’nin Türk halkı tarafından istenmediği yönünde fikirler oluşturulmaya çalışılmaktadır. Aslında tüm bunlar TBMM Hükümeti tarafından gerçekleştirilmesine rağmen sanki TBMM Hükümeti olayın dışındaymış gibi görünüyor ve sorumluluk halka bırakılıyordu. Yani TKP’nin istenmemesinin halkın içinden çıkan bir talep olduğu görüntüsü veriliyordu. Tüm bunlara rağmen, aynı dönemde Ali Fuat Cebesoy’un Moskova’ya büyükelçi olarak atanması ise Sovyetlerle ilişkilerde bir soruna yol açmayacaktı.
Suphi ve arkadaşları 22 Ocak 1921’de Erzurum’da şehre sokulmayarak Trabzon’a doğru yola çıkarıldılar. Erzurum’dan Trabzon’a kadar yollarda Suphi ve arkadaşları aleyhinde hakaretlere devam edilmiş ve hiçbir yerde halkın onlara yiyecek ve yatacak yer vermemesi sağlanmıştır. Gece yarısına doğru Trabzon’a varan Suphi ve heyeti burada toplanan kişilerin küfür ve hakaretlerine maruz bırakılarak önceden hazırlanan motora bindirilip Trabzon’dan uzaklaştırılmışlardır. Ancak bu yolculukta Mustafa Suphi hayatını kaybedecektir. Trabzon’da motora bindikten sonra aradan iki hafta geçmesine rağmen herhangi bir Rus sahiline çıkmamış olmaları ve halk arasında yayılan söylentiler onların öldüğü kanısını uyandırmıştı. Nitekim 28 Ocak 1921’de Trabzon’dan sınır dışı edilen Suphi ve 13 arkadaşının öldürüldükleri anlaşılmıştır.[6] (Aslan, 1997: 320-335)
Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesi olayı ile ilgili olarak kimin sorumlu olduğu konusunda görüş birliği yoktur. Kazım Karabekir, Samim Kocagöz ve Süreyya Aydemir gibi isimler Suphi’nin İttihatçılar tarafından öldürüldüğünü ileri sürmektedir. Mete Tunçay ise Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesinin Atatürk’ün bilgisi dışında, Kazım Karabekir ve Erzurum valisi Hamit Bey tarafından düzenlendiğini belirtmektedir. General Sabit Karaman ise Suphi’nin öldürülmesini o günlerde Trabzon’daki Bolşevik aleyhtarlığına bağlamaktadır. Esasen, tüm durumlar değerlendirildiğinde dört temel nokta ön plana çıkmaktadır. (İttihatçılar – Ankara Hükümeti – Sovyet Rus Liderler – Öldürme fiilini gerçekleştirdiği için tutuklanan Kayıkçılar Kahyası Yahya Kahya). Bu noktalardan üzerinde önemle durulması gereken iki husus Ankara Hükümeti ve İttihatçılar ihtimalleridir. Olaya Ankara Hükümeti ihtimalinden bakıldığında; TBMM Hükümeti’ne ilk gelen bilgiler Suphi’nin milli menfaatler doğrultusunda kullanılabileceği yönündeydi. Ancak Suphi’nin bir taraftan Ankara Hükümeti’yle ilişki kurarken diğer taraftan ajanlar göndererek propaganda faaliyetleri yapması endişe uyandırmaktaydı. Ayrıca TBMM hükümetinin bilgi toplamak için Bakü’de toplanan Türkiye Komünist Teşkilatı Kongresi’ne gönderdiği kişilerin sundukları raporlar Suphi’nin Anadolu’da Sovyet Hükümeti kurma amacında olduğunu göstermekteydi. Bunların sonucu olarak Ankara Hükümeti Suphi’nin yurtdışında ülkeyi zarara sokacak faaliyetlerde bulunmasından ise ülkeye getirilip kontrol altına alınmasının daha uygun olacağını düşünmüşlerdir. Dolayısıyla bu amaçla, Suphi’nin Türkiye’ye gelmesine izin verilmiş ve resmi TKP içinde pasif bir konumda tutulması amaçlanmıştır. Ancak TKP’nin Türkiye’ye gelmekte gecikmesi ve bu arada yaşanan gelişmeler Suphi’nin Ankara’ya gelmesinin istenmemesine neden olmuştur. Bu açıdan bakıldığında 1920’nin son günlerinde Ankara Hükümeti ne Suphi’nin yurt dışında faaliyette bulunmasını ne de Ankara’ya gelmesini istiyordu. Ancak Sovyetlerle ilişkiler düşünülmüş ve yarardan çok zarar getireceği kanısına varılmış olacak ki Suphi’nin öldürülmesinden ziyade sınır dışı edilmesine karar verilmiştir. Kadı ki hazırlanan plan gereğince Suphi ve arkadaşlarına Türkiye’de istenmedikleri iması verilecekti. Yani eğer öldürülmek istenselerdi daha sessiz ve dikkat çekmeden, bu kadar uğraşa girmeden bu eylemi gerçekleştirebilirlerdi (Aslan, 1997: 338-354). Tunçay (1967: 122) da konuyla ilgili olarak Suphi’nin beraberinde geldiği 15 kişi civarı grubuyla Bolşevik devrimi yapacak bir durumunun olmadığını ve onu öldürmenin o dönemde şiddetle ihtiyaç duyulan Sovyet dostluğunu tehlikeye atmak anlamına geleceğini belirtmektedir.
Mustafa Suphi ve arkadaşlarının İttihatçılar tarafından öldürülmüş olabileceği iddiası ise Suphi’nin İttihatçılarla geçmiş ilişkileri ile yakından ilgilidir.[7] Bu geçmişin yanı sıra 1920’de Suphi Bakü’ye geldiğinde buradaki İttihatçıların teşkilatlarını tasfiye etmiştir. Daha sonra gerçekleştirilen Bakü Kongresi’nde de İttihatçılar ile Suphi’nin ekibi arasında düşmanlıklar ortaya çıkmış ve İttihatçılar Suphi’ye karşı büyük bir kin beslemişlerdir. Bunun da Türkiye’de özellikle Trabzon civarına yansımış olması büyük ihtimaldir. Kaldı ki 1920 yılında Trabzon’da İttihatçı bir çevre bulunmaktaydı. Bu çevredeki insanlar birkaç ay önce Enver Paşa’yla bulunmuş ve Suphi’nin İttihatçılara özellikle de Enver Paşa’ya olan düşmanca davranışlarına şahit olmuşlardı. Bunların etkisiyle Trabzon’da Suphi düşmanı bir grubun meydana gelmiş olması mümkündür. Öldürme fiilini gerçekleştiren Yahya Kahya’nın da bir İttihatçı olduğu düşünüldüğünde, bu grubun Suphi’yi öldürmesi için Yahya Kahya’yı etkilemiş olması büyük ihtimaldir. Ayrıca İttihatçıların Türkiye ile ilgili planlarında Suphi’ye yer yoktu. Gerek Rusya’daki çalışmalarında gerekse Türkiye’deki çalışmalarında Suphi kendilerine bir engel olarak görülüyordu (Aslan, 1997: 359).
Sonuç olarak kesin olmamakla birlikte İttihatçıların Suphi ve arkadaşlarını öldürtmüş olma ihtimalleri diğer ihtimallere göre daha fazladır. Suphi ve arkadaşlarının Trabzon’dan sınır dışı edilmelerinden hemen sonra devreye girmiş olmaları muhtemeldir. Böylece Enver Paşa’yı başa getirmeyi amaçladıkları bir evrede Rusya’da Enver Paşa’ya sorun teşkil edebilecek bir engeli ortadan kaldırmış olabilirler (Aslan, 1997: 359).
2.3.4. Mustafa Suphi’nin Ölümüne Sovyetlerin Tavrı ve TKP’nin Sonu
Hem Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesi hem de Türkiye’deki komünistlere karşı TBMM Hükümetinin 1921 yılında başlattığı sindirme hareketine karşı Sovyetler Birliği dikkate değer bir tepki göstermemiştir. Ayrıca bu gelişmeler 16 Mart 1921’de Moskova’da imzalanan Dostluk Antlaşması’nda da bir pürüz çıkarmamıştır. Bu durum yorumlandığında Sovyet Rusya’nın da o dönem Türkiye’nin dostluğuna olan ihtiyacını göstermektedir (Aslan, 1997: 228).
Mustafa Suphi’nin ölümüyle zayıflayan Rusya’da kalan Türk Komünistleri İsmail Hakkı liderliğinde Sovyetlerin gizli yardımıyla Türkiye’ye propagandacı gönderip teşkilatlanma çabalarında bulunsalar da, 1921’in başından beri TBMM Hükümeti’nin yurt dışından gelen komünistleri ülkeye sokmama konusunda aldığı sıkı tedbirler ve 16 Mart 1921’de Rusya, 13 Ekim 1921’de Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile yapılan dostluk anlaşmaları gereğince TKP kapatılmıştır. (Aslan, 1997: 372-374).
SONUÇ
Sol hareketlere Osmanlı döneminden bakıldığında konunun pratiğe ve gerçek hayata yansıması pek görülmemiştir. Sosyalizm konusu genel çerçevesi içinde teorik olarak ele alınmıştır. Kaldı ki sosyalizm ve komünizm üzerine yapılan tartışmalar küçük bir aydın çevre etrafında gerçekleşmiş olup, halk üzerinde önemli bir etki doğurmamıştır. Dolayısıyla sol hareketler hiçbir şekilde bir kitle hareketi niteliğine kavuşamamıştır. Bunun sebeplerine bakıldığında ise özellikle komünizmin “kadınlarda ve çocuklarda ortaklık” olarak görülmesi ve toplumun dini ve sosyal değerleriyle bağdaşmaması öne çıkmaktadır. Her ne kadar Hüseyin Hilmi ve arkadaşları İslamiyet ve sosyalizm arasında bir bağ kurmaya çalışıp bu ikisi arasında öz itibariyle benzerlikler olduğunu savunsa da yaptıkları faaliyetler pek bir etki doğurmamıştır. Ayrıca Osmanlı Devleti Avrupalı devletlerin geçirmiş olduğu sanayileşme sürecini yaşamamış olması nedeniyle, işçi sınıfı gerçek anlamıyla ortaya çıkmış değildi. Elbette o dönemde de işçi grevleri düzenlenmiş olsa da bu grevler işçi sınıfı bilincinden uzak olup, ücret artırımına yönelik eylemlerdi. Sosyalizm üzerine daha çok ilmi faaliyetlerde bulunan Şefik Hüsnü ise yapmış olduğu çalışmalar ile daha sonraki dönemin sosyalistlerine bir yol göstermiş ve onların izleyeceği yolun temelini atmıştır.
Kaçınılmaz olarak etkisi altında kalınan 1917’de Rusya’da gerçekleşen Bolşevik Devrimi sol hareketlerin Türkiye’de seyrini önemli ölçüde etkilemiştir. Bu devrim neticesinde Bolşevikler propaganda faaliyetlerini yakınında bulunması sebebiyle Osmanlı Devleti üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Yurt dışı temelli olan bu sol hareketlerde Mustafa Suphi ve yaptığı çalışmalar ön plana çıkmaktadır. Suphi’nin Rusya’ya sürgününden sonra, orada Bolşeviklerin etkisi altında kalması, sosyalizmi benimsemesi ve Rusya içindeki Türk savaş esirleri arasında komünizm propagandasına başlamasıyla ilk adımlarına atan yurt dışı kaynaklı sol hareketler daha sonraki dönemde Türkiye’ye sıçrayacaktır. Sovyetlerin güdümünde olan Mustafa Suphi 1920’ye gelindiğinde Türk Komünist Teşkilatını Bakü’de toplamıştır. Amacı Türkiye ve Rusya’da yer alan tüm sol grupların tek bir merkez altında aynı teşkilatta toplamaktı. Aynı dönemde Türkiye’de TBMM Hükümeti milli mücadeleye liderlik için yönetimde bulunmaktaydı. Suphi’nin esas gayesi sol hareketleri Türkiye’ye taşıyarak yurt içinde bir Sovyet Hükümeti kurmaktı. Bu nedenle TBMM Hükümeti ile temasa geçmişti. Ancak bir yandan TBMM Hükümeti ile temas halinde ve milli mücadeleyi desteklerken diğer taraftan Türkiye’ye ajanlar gönderip, bildiriler dağıtıp propaganda faaliyetlerini gizliden yönlendiriyordu. Aslında Mustafa Suphi önceden planladığı üzere milli mücadeleye destek vererek ülkedeki emperyalist kuvvetlerinden kurtulmak ve aynı zamanda propagandacıları vasıtasıyla da kurmak istediği Sovyet Hükümeti’ne zemin hazırlamak istemekteydi.
TBMM Hükümeti’nin lider kadrosu olan Mustafa Kemal ve arkadaşları ilk zamanlarda Mustafa Suphi’den milli menfaatler doğrultusunda yararlanabileceklerini düşünseler de, Suphi’nin Türkiye’de gizli faaliyetler içinde bulunması, özellikle halk ve ordu içinde gizli propagandalar yaptırması, Azerbaycan’da Türk savaş esirleri arasında seferberlik ilan ettirerek ordu oluşturmaya çalışması TBMM Hükümeti’nin Mustafa Suphi ve arkadaşlarına karşı tavır almasına neden olmuştur. Suphi ve arkadaşlarının Türkiye’ye gelmelerine izin verilse de önceden hazırlanan plan gereği sınır dışı edilmelerine karar verilmiş fakat planın son aşamasında Suphi ve arkadaşları öldürülmüştür.
TBMM Hükümeti’nin sol hareketlere ılımlı yaklaşmasının nedenlerini dönemin şartlarında aramak gerekmektedir. Dış politikada yardımına ihtiyaç duyulan Sovyet Rusya ile aradaki ilişkilerin zedelenmemesi için Suphi ve heyetinin Türkiye’ye gelmesine ve hatta yurt içi kaynaklı bazı sol grupların faaliyetlerine de izin verilmiştir. Fakat bunlar isteyerek ve gönüllü olarak göz yumulan veya hoşgörü ile karşılanan durumlar değildi. Nitekim TBMM Hükümeti eğer sol akımlara yakın bir ilgi içinde olsa idi 1921 yılından sonra ülke içindeki sol hareketlere karşı şiddetli tedbir ve yaptırımlara başvurmazdı. Sovyetler ile 16 Mart 1921’de imzalanan Dostluk Antlaşması’ndan sonra TBMM Hükümeti dışarıdan sol grupların ülkeye girişini yasaklaşmış ve içerideki sol oluşumları da şiddetle bastırmıştır. Bu açıdan bakıldığında 1921 öncesi dönemde sol hareketlere gösterilen ılımlı tavır dış politikada Sovyet Rusya ile ilişkilerin ülke içine yansıyan sonucu olarak görülebilir.
KAYNAKÇA
Aslan, Yavuz, (1997), Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi
Cerrahoğlu, A., (1975), Türkiye’de Sosyalizmin Tarihine Katkı, 1. Basım, May Yayınları
Harris, George S., (1975), Türkiye’de Komünizmin Kaynakları, İstanbul, Boğaziçi Yayınları
Sayılgan, Aclan, (2009), Türkiye’de Sol Hareketler, 5. Baskı, İstanbul, Doğu Kütüphanesi
Şişmanov, Dimitır, (1978), Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi, 1. Baskı, Ankara, Belge Yayınları
Tunçay, Mete, (1967), Türkiye’de Sol Akımlar, 2. Basım, Ankara, Bilgi Yayınevi
Tunaya, Tarık Zafer, (1986), Türkiye’de Siyasal Partiler Cilt: II Mütareke Dönemi, 1. Baskı, Hürriyet Vakfı Yayınları, Kent Basımevi
Unsur, Özge, (2003), Şefik Hüsnü Değmer: Türkiye Sol Hareketi İçindeki Yeri ve Görüşleri, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmış Yüksek Lisans Tezi, Ankara
[1] George Harris’in “Türk komünist hareketinin 40 yıl koruyup sürdüreceği katıksız lideri ve Selânik dönmesi” (1975: 55) olarak tanıttığı Dr. Şefik Hüsnü hakkında Tunçay şu bilgileri vermektedir: “Selanik’te dönme bir aileden doğmuştur. Babası hukukçu ve müteahhit Hüsnü Bey’dir; üç erkek ve üç kız kardeşi vardır. Şefik Hüsnü Selanik’te iyi Fransızca öğrendiği M. Garaud Kolejini bitirdikten sonra Paris’e gitmiş, Fen ve tıp fakültelerinden mezun olmuş, Sinir ve Ruh Hastalıkları ihtisası yapmıştır. Fransa’da iken bir ara Jön Türk akımlarıyla ilgilenmiş, hatta 1907’de Paris’te Baron de l’Horme’nin konağında yapılan önemli bir kongreye öğrenci temsilcisi olarak katılmıştır; fakat Ahmet Rıza Bey ve Prens Sabahattin grupları arasındaki kişisel çekişme ve dar görüşlü çatışmaları hoş karşılamamıştır. Kendisi sola yanaşmasını şöyle açıklamaktadır: “Fransa’da Jean Jaures’nin şahsiyeti etrafında socialiste unifie partisi ve bu partinin organı Humanite gazetesi doğuyordu. Paris Üniversitesi öğrencileri arasında büyük sol hatiplerinden Clemenceau’nun da Jaures gibi etrafında yarattığı büyük tesirler vardı. Ben de bütün heyecanımla bu tesirler altında kaldım ve dünya sosyalist cereyanlarını bu tesirler altında benimsedim.” Şefik Hüsnü 1912’de yurda dönünce askere gitmiş ve hekim olarak Balkan Savaşı’nda ve Birinci Dünya Savaşı’nda da Çanakkale cephesinde bulunmuştur. Mütarekeden sonra İstanbul’da solcu çalışmalara girmiştir.” (Tunçay, 1967: 148 - Dipnot 11). Bunun yanında Harris “(Ethem) Nejatla aynı yaşta ve Kurtuluş gurubunun kıdemli üyelerinden biri” olarak tanıttığı Deymer için “Partide derhal kilit ve hâkim mevki elde edip genel sekreterliğe yükseldi.” demektedir (1975: 55).
[2] Kazım Karabekir’in konuyla ilgili Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı mektup ve ilgili diğer yazışmalar için bkz. Yavuz Aslan, “Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi”, Ankara-1997, s. 278-300
[3] Moskova büyükelçisi olarak atanıp Moskova’ya gitmek üzere Kars’a gelen Ali Fuat Paşa, burada Mustafa Suphi ile bir görüşme yapmıştır. Bu görüşmede O’nun hakkında edindiği intibaları Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, “Moskova Hatıraları” adlı eserinde şöyle dile getiriyor: “Rusya’daki Bolşevik liderlerin muvaffakiyetini yakından tetkik fırsatını bulan bu zatın, bir gün gelip Türkiye’nin Lenin ve yahut Stalin’i olması ihtimalini hatırından geçirdiği muhakkaktı.” (CEBESOY, Moskova Hatıraları, s. 51 akt. Aslan, 1997)
[4] TKT’nin Bakü’deki 1. Kongre tarihi ise 10 Eylül 1920’dir. Bu kongre aynı zamanda TKP’yi de kurmuştur. Dolayısıyla Atatürk, Suphi ve çevresinin gerçekleştirmeye çalıştıkları amacı geç olmadan fark etmişti.
[5] İlgili yazışmalar için bkz. Yavuz Aslan, “Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi”, Ankara-1997
[6] Öldürme olayının anlatımı ve nasıl gerçekleştiği ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Yavuz Aslan, “Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi”, Ankara-1997, s. 335
[7] Mustafa Suphi ve İttihatçıların ilişkilerinin geçmişi hakkında bkz. Yavuz Aslan, “Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi”, Ankara-1997, s. 354
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder