27 Mart 2018 Salı

Bülbülü Öldürmek (To Kill A Mockingbird) – 1962

Bülbülü Öldürmek, Harper Lee tarafından yazılan bir romandır (2015 yılına kadar yazarın tek romanı budur) ve 1960 yılında yayımlanıp 1961 yılında da Pulitzer ödülü almıştır. Yazımına ise 1956’da başlanılmıştır. Aslında kitap, otobiyografisel birtakım yönler barındırır. Kitap küçük bir kız çocuğu olan Scout (Jean Louis Finch) tarafından anlatılmaktadır ve bu karakter Harper Lee’nin kendi çocukluğuyla benzer özellikler taşır. Elbette bunları yazarın kendisinden öğreniyoruz. İkisinin de küçük sakin bir kasabada geçen çocuklukları, kitapta Scout’un arkadaşı olan Dill’in yine gerçekte Lee’nin bir çocukluk arkadaşından esinlenilmiş olması gibi. Hikayemiz, 1929 Büyük Buhranından (Great Depression) sonra adı Maycomb olan küçük bir kasabada geçer. Scout’un abisi olan Jem, avukat babaları Atticus (anneleri vefat etmiştir) ve siyahi dadıları olan Calpurnia, komşuları Bayan Maudie ve Radley ailesi, kasabanın Şerifi Tate, iftiraya kurban giden siyahi Tom Robinson ve karısı Helen, iftirayı atan Bob ve kızı Mayella Ewell hikayedeki karakterlerdir.

Büyük buhrandan sonra 1930’ların Amerikasında ekonomik olarak pek de iyi durumda olmayan ufak bir kasaba ve ırkçılığın konu alındığı bir eser. Tom Robinson isimli siyahi bir kişi Bayan Ewell’a tecavüz etmekle suçlanır. Kasaba mahkemesinin hakimi siyahinin avukatlığını üstlenmesini Atticus’tan rica eder ve Atticus da kabul eder. O yılların koşulları, kasaba halkının tutuculuğu vb. unsurlar dikkate alındığında kasabalıların görüşü en kısa ifadeyle şudur:  “o pis zenci bu suçu işlemiştir ve öldürülmeyi hak etmiştir”. Ancak gerçekler kasaba halkının bu düşüncesinden farklıdır. Her ne kadar Atticus bu durumu ortaya çıkartıp delillendirmeye çalışsa da jüri Robinson’ı suçlu bulur.

Bu iki paragrafta yazanları herhangi bir yerde okuyabilir veya bulabilirsiniz. Amacım kitabı veya filmi özetlemek, hikaye nasıl başlayıp nasıl bitiyor anlatmak değil. Bunları sadece daha önce kitabı ve kitaptan uyarlanan 1962 yapım filmi hiç duymayanlar için yazdım. Esas olan bu hikayenin içinde yatan ve kitabın değerini yaratan meselelerde. Hikayenin birkaç özelliğini belirtip sonrasında filmden ve kitaptan birlikte devam ederek neden Bülbülü Öldürmek bir eser sayılıyor anlamaya çalışacağız.

Kurbanımız olan siyahi Tom Robinson çalıştığı tarlaya tek bir yolu takip ederek gidebilmektedir ve bu yol da Bayan Ewell’ın evinin önünden geçer. Ewell, Robinson evinin önünden geçerken hemen hemen her gün bazı işleri yapması için (odun kesmek, sağı solu tamir etmek vb.) ondan yardım ister ve Robinson da bu yardımları yerine getirir. Ewell, bir gün yine Robinson’ı bir iş bahanesiyle çağırdığında ona sarılır, onu öper ve kendisinden de karşılık beklerken Robinson koşarak evi terk eder. Burada mesele şudur: beyaz bir kadın bir zenciyi ayartmıştır ve bu durum yasaların öngörüp suç saydığı eylemlerden bile daha ağırdır, yasalarda böyle bir şey suç olarak yer almasa da. Ewell bu davranışıyla 1930’ların Amerikasının, küçük, tutucu ve ekonomik olarak zor dönemler geçiren bir kasabasının yazılı olmayan, görünmeyen, ancak uyulmaması düşünülemeyen bir kuralını yıkmıştır. Elbette sadece yasalarda yazılanlar hukuken suç sayılabilecekken her ne kadar bu eylem kanuni bir şey olmasa da büyük bir suçtur. Ewell, bu davranışı yani bu suçunu fark ederek suçun tek delili olan siyahi Robinson’ı ortadan kaldırmak ister. O nedenle de kendisinin Robinson tarafından tecavüze uğradığı yalanını uydurur. Ne de olsa beyaz bir kadın siyahi bir erkeği nasıl kendi iradesiyle öpebilir ve onu ayartabilir. Bu hiç mümkün mü? Dönemin şartlarına göre böylesi bir durum neredeyse güneşin batıdan doğması kadar abestir. Mümkün değildir böyle bir şey. Ancak gerçek budur. Kapatılması, üstü örtülmesi gereken bir gerçek. O nedenle de Bayan Ewell, Robinson’ın kendini darp ettiğini ve tecavüze uğradığı yalanına başvurur. Filmde bu durum mahkeme sahnesinde Atticus söz aldığında kendisi tarafından dile getirilir: “(Bayan Ewell’ı kastederek) Peki, o ne yapmıştı? Bir Zenciyi ayartmıştı. O beyazdı, ve bir zenciyi ayartmıştı. O, bizim toplumumuzda ağza alınmayacak bir şey yaptı. Bir zenci adamı öptü. İhtiyar bir amcayı değil, güçlü kuvvetli bir zenci delikanlıyı. Kuralı ihlal etmeden önce hiçbir kural onu ilgilendirmiyordu ama daha sonra onların altında ezildi.”  Benim vurgulamak istediklerimi filmde Atticus işte bu şekilde ifade ediyor.

Peki Robinson her seferinde neden bunu yapmıştır, yani neden hemen hemen her gün Bayan Ewell’ın yardım isteklerini yerine getirmiştir? Savcılık bu durum üzerinden giderek Robinson’ın Bayan Ewell’dan yararlanmak istediğini ima etmeye çalışır mahkeme sahnesinde. Robinson, savcılığın bu iddiasına Bayan Ewell’ın yardıma muhtaç olduğunu, yardım edecek kimsesi olmadığını ve ona acıdığını ifade ederek cevap verir. Bir zenci beyaz bir kadın için nasıl olur da acıma duygusu hissedebilir? Filmde yemin ettirilerek tanık sandalyesine oturtulup önce savunma daha sonra da iddia makamı tarafından sorgulanan Robinson bu imalara söylediğimiz şekilde cevap verince iddia makamı şu tepkiyi verir: “Ona acıyor muydun? Bir beyaz kadına? Ona acıyordun“. O sahnede biz iddia makamının bu sözleri sarf ederken müthiş bir şaşırmışlığın, alay edici bir yüz ifadesinin içinde olduğunu görürüz. Daha sonra bu durum Atticus tarafından da “beyaz bir kadına acımak küstahlığını gösteren bir zenci” sözleriyle dile getirilerek Robinson’ın bu duygusuna inanmayan kasabalıların onun böyle bir duyguyu besleyemeyeceğinden değil de sadece zenci olduğundan beyaz bir kadına karşı böyle bir hissinin olmasının mümkün olamayacağını anlatmak ister. Zaten Atticus “…tüm zencilerin yalan söylediği, tüm zencilerin esas olarak ahlaksız yaratıklar olduğu, kadınlarımız söz konusu olduğunda hiçbir zenci erkeğe güvenilemeyeceği varsayımını…” sözleriyle mahkemede jüriye ve izleyicilere bu önyargının yanlışlığını işaret etmeye çalışır. Ne de olsa düşünce bellidir: yalan söyleyen bir siyahi, bir kadına önce şiddet uygulamış ve daha sonra da tecavüz etmiştir. Kasabanın şerifi Tate ve Bayan Ewell’ın babası Bob Ewell’ın yani iki beyazın tanıklığına karşı (ki bu tanık beyanları olay anını görmeye dayanmaz), bir zencinin kendini ifade etme çabası, suçsuzluğunu anlatmaya çalışması ve ortada herhangi bir doktor da raporu yok. Böyle bir tıbbi incelemeye gerek duyulmuyor bile. Çünkü her ne kadar tanıklar olay anına ilişkin bir şey söylemeseler, sadece Bayan Ewell’ı ağlarken gördük, yüzünde ve boğazında darp izleri vardı (filmde bu konuda herhangi bir doktor raporu olmadığını mahkeme sahnesinde Atticus vurgular) deseler de bu tanıklıklarının doğruluğunun sorgulanmayacağından eminler. Eminler çünkü yukarıda Atticus’ın filmdeki sözünden alıntıladığımız gibi “… tüm zencilerin yalan söylediği…” hususu var. Beyaz adam karşısında bir zenciye kimsenin inanmayacağı düşünülür.

Eğer sadece kitabı okumaz ve filmi izlerseniz parçaları birleştirmek biraz daha zor olabilir. Ancak sadece filmdeki mahkeme sahnesinin tamamı izlendikten sonra da çıkarımlarda bulunmak mümkün.  İlk olarak kafanızda mahkeme salonunu canlandırayım. Salona girdiniz, karşınızda hakim (judge) masada oturuyor onun önünde size göre solda savunma (defense) ve sağda iddia (prosecution) makamları var. Savunma avukatının (defense lawyer) yanında sanık (defendant) Robinson oturuyor, bu bölümün yanında 12 kişilik jüri heyeti, iddia makamı olan savcının (prosecutor) yan bölümünde ise mübaşir ve güvenlik görevlileri var. Sanık ve iddia makamlarının arka bölümünde de sınıf düzeninde oluşturulmuş sıralara oturan izleyici kitlesi. Hakimin masasının önündeki tanık sandalyesine önce Şerif Tate kutsal kitaba el basarak yemin ettikten (bu işlem o sandalyeye oturan herkese uygulanır) sonra oturur ve Bayan Ewell’ın darp edildiğini, boğazında izler olduğunu vs. söylerken Atticus’un sorularına karşı tutarsız ve tereddütlü cevap verir. Sol gözü morarmıştı derken Atticus’un sana göre mi kendisine göre mi diye sorması üzerine o zaman sağ göz diye cevap verir. Bayan Ewell’ın babası tanık sandalyesine gelince Atticus ona bir kağıt kalem verir ve adını yazmasını ister. Sol elini kullanarak Ewell bu işlemi yapar. Tanık sandalyesine en son çıkan Robinson’a Atticus bir bardak fırlatır ve tutmasını ister. Robinson sağ eliyle bardağı tutar. Atticus sonrasında, şimdi tekrar atacağım ve sol elinle tutacaksın der ve Robinson sol elini 12 yaşında çırçır makinesine kaptırdığını söyleyerek o elini kullanmadığını belirtir. Atticus bunları neden yapmıştır? Filmde açıkça bunları neden yaptığı seyirciye gösterilmez. Seyirci mantık yürütür ve şu sonuca ulaşır: sağ gözü moraran birinin sol elini kullanan biri tarafından dövülmesi mi yok sağ elini kullanan biri tarafından dövülmesi akla uygundur? Atticus Bayan Ewell’ı dövenin Robinson değil babası olduğunu göstermeye çalışır. Kitapta mahkeme aşaması tüm çapraz sorguların uzun uzun anlatımıyla kendini buluyor. Görüyorüz ki Atticus’ın amacı Bayan Ewell tanık sandalyesine oturduğunda ona sorduğu sorularla Ewell ailesinin (anne yok, baba ve Bayan Ewell dahil 7 çocuk) yaşamını jüriye göstermek. Ailenin geçim sıkıntısının mevcutluğu, alkolik bir baba ve alkolün etkisi sonucu çocuklara uygulanan şiddet, Bayan Ewell’ın 19-20 yaşlarında olmasına rağmen sadece 2-3 yıl okula devam etmiş olması, kapalı bir kültürde yetişmesi vb. Bunun karşısında Bayan Ewell ise tanık sandalyesinde sürekli ağlamaklı olarak kendine bir acındırma hissi oluşturuyor. Sanki onun da stratejisi genç bir kadının masumiyetini ortaya koymak ve bunun üzerinden herkesin kendisine inanmasını beklemek. Bizim yargı mekanizmamızda jüri sistemi mevcut değil. Mesele savunma ya da iddia taraflarının doğru veya yalan söylediği değildir. Mesele hangi tarafın hikayesinin (story) daha tutarlı olduğudur. Bu tutarlılık inandırıcılığı beraberinde getirir. Diğer taraftan, bir bakıma savunma ya da iddia taraflarından kaba tabirle hangisinin ağzı daha iyi laf yapıp jüriyi ikna edebilmesi de önemlidir. En nihayetinde jüri ikna olup da bir karara varacaktır. Hikayemizde jüri Robinson’ı suçlu bulur. Bir cinsel saldırı olayında tıbbi bir delil olmadan. Jüri, kimlerden oluşur? Hukuk bilgisi yüksek bu alanda kariyer sahibi insanlardan değil. Jüri sen, ben, o, Ahmet dayı, Ayşe teyzedir. Bir hemşiredir, marangozdur, emekli öğretmendir, temizlik görevlisidir vs. Peki bu insanların özellikleri nedir? Bu insanlar bırakın bir illegal eylemi, hayatlarında trafik cezası bile yememiş, toplumda örnek gösterilen insanlardır, yaşlılara yardım eden, çocukları karşıdan karşıya geçiren, toplum yararına gönüllü hizmetlerde bulunmuş, dürüst ve saygın kişiler. Umarım profili canlandırabilmişimdir. Savunma ve iddia bu profildeki 12 kişinin vicdanına hitap etmeye çalışır. Şöyle bir bağlantı kuralım: Albert Camus’un Yabancı (Stranger, Fransızca orijinal adı: L'Étranger) adlı romanında jüri Meursault’u mahkum ederken savcı Meursault’un ruhunun derinliklerinde barındırdığı kötülüğe işaret etmeye çalışır. Ve bu yolun taşlarını da Meursault’un annesinin cenazesinde yaptığı davranışlarla döşer. E ne de olsa annesinin cenazesinde bile üzülmeyen, daha doğrusu yapması gereken rol olan üzgün görüntüsünü bile veremeyen, bir de utanmadan ikram edilen kahveyi içen ve üstüne sigara yakan bir adam. Halbuki saatlerce tabutun başında gözyaşı dökmesi gerekiyordu. Yani Meursault kendinden bekleneni yapmamıştır annesinin cenazesinde ve daha sonra işlediği bir cinayet için mahkeme sırasında ruhunun derinliklerinde kötülük anlatılırken cenazedeki tavırlarına vurgu yapılır. Annesinin cenazesinde bile istenilen üzülme kalıbına uyamayan bir adam kötü bir ruha sahiptir, ruhu karanlıklarla kaplıdır. Ne midir bu: Siz jüri üyeleri bu adamı vicdanlarda mahkum edin ve buna inanın ki mahkumiyet kararını rahatlıkla verebilesiniz. Bülbülü Öldürmek'te de jürinin siyahi Robinson için onun kötülüğüne inanması gerekir, şiddet uygulayıp genç bir kadına tecavüz ettiği iddia edilen bir zencinin herhangi bir jüri üyesinin vicdanında mahkum olmaması mümkün değil deliller aksi olsa da. Yani jüri önce sen kendini varmak istediğin sonuca götürecek yolun doğruluğuna ikna et ondan sonra zaten senden beklenen kararı verirsin.

Hikayemize dönersek, Atticus’ın Bayan Ewell’ın durumunu jüriye göstermek için şu ifadeleri kullandığını görürüz mahkeme esnasında: "O (Bayan Ewell’ı kastediyor), insafsız bir yoksulluk ve cehaletin kurbanıdır. Ama acıma hissim onun kendi suçluluk duygusundan kurtulma çabası içinde bir adamın hayatını tehlikeye atmasını kapsamıyor. "Suçluluk" diyorum, baylar onun hareketlerine yön veren suçluluk duygusuydu. O herhangi bir suç işlemedi. O, sadece, toplumumuzun katı ve köklü kurallarından birini ihlal etti. Bu öylesine ciddi bir kuraldır ki, onu ihlal eden, birlikte yaşamaya uygun değil diye aramızdan kovulur. İşlediği suçun kanıtını yok etmek zorundaydı. Peki ama suçunun kanıtı neydi? Tom Robinson, yani bir insan. Tom Robinson'ı kendinden uzaklaştırmak zorundaydı. Tom Robinson her gün yaptığını hatırlamasına vesile oluyordu. Peki, o ne yapmıştı? Bir Zenciyi ayartmıştı". Ne yazık ki bu ifadeler de gerçeğin anlaşılması için jüriyi ikna etmeye yetmeyecektir.

Filmde geçmese de kitaptaki mahkeme bölümünde Atticus şunları da ekleyerek meselenin ırkçılık boyutuna da atıf yapıyor. Yani hikayemizdeki tecavüz suçlaması veya herhangi başka bir suç dili, dini, cinsi, rengi vs. fark etmeksizin, toplumun hangi tabakasından olursa olsun herkes tarafından işlenebilir. Kimse bir profesör şu suçu işlemez diyemediği gibi bir işsiz de şu suçları işler diyemez. Belli suç kalıplarının belli profildeki insanlar tarafından işlendiği varsayımı her ne kadar istatiksel olarak ortaya koymaya çalışsa da kriminolojik anlamda bu yönde tutarlı bir teorinin ortaya konması olası değildir. Bakın Atticus kitapta bu konuyla ilgili mahkeme bölümünde ne diyor: “Bazı zenciler yalan söyler, bazı zenciler ahlaksızdır, kadınlarımızın yakın çevresindeki bazı erkeklere güvenmememiz gerekir-ister siyah olsun ister beyaz. Ama bu her türlü insan soyu için geçerlidir, belli bir insan soyu için değil. Bu mahkeme salonunda hayatında hiç yalan söylememiş, ahlaksızca bir şey yapmamış kimse yoktur, bir kadına hiç arzuyla bakmamış tek bir erkek yoktur”. Sanırım Atticus’ın bu sözleriyle birlikte paragrafın başında yazdıklarım birlikte değerlendirilse ne demek istediğim anlaşılmış olur.

Hikayenin devamındaki Robinson nasıl öldü, sonrasında Bayan Ewell’ın babası nasıl öldü vb. hususlar hem filmden hem de kitaptan öğrenilebilir. En başta da söylediğim gibi bu yazıdaki amacım kitabı özetlemek olmadığından tüm olayı baştan sona kısaca geçmeyeceğim.

Elbette filmde mahkeme sahneleri kendi üslubu içinde gayet tiyatral geçer. Atticus’ın elleri yeleğinin cebinde jüriye bakışları, jüri bölümüne yaklaşıp onlarla yakın göz temasına geçmesi, her cümlenin başında “Gentlemen” nezaketinden vazgeçmemesi, yerinden kalkıp kendi masası ve hakimin masası arası boşlukta gezinerek sert ve ani, kimi zamanda yumuşak el kol hareketleri ve mimikleriyle izleyici üzerinde etki oluşturma çabası vs. Aynı şeyler iddia tarafı içinde geçerlidir. Tüm bunlar jüri üzerinde etki oluşturup onları kendi anlattıklarına ikna edebilmek için. Hollywood’da birçok filmde olur bunlar. Bence her mahkeme sahnesinin mutat öğeleridir. Bir anda oturduğu yerden sertçe kalkıp yüksek sesle “objection your honor – itiraz ediyorum sayın yargıç” bağırmasını duyarız hep. Bu tiyatral hava bu rol yapmalar bu işin doğasında var. Bu durum sadece bu filme özgür bir şey değildir. Hangi mahkeme sahnesi olan filmde bunu görmeyiz ki? Zaten sadece filmlerde olduğunu sanmayın bunun gerçekte de böyledir. Erving Goffman hayatı, insanlar arası ilişkiyi bir tiyatro oyunu olarak ele alıyor. Çok doğru. Hayat zaten kendisi bir tiyatro ve her gün rol yapıyoruz. Mahkeme salonlarında ise ödüllük performanslar sergileniyor.

Anlatıcımız Scout, abisi Jem ve arkadaşları Dill de mahkeme salonundadırlar ve olanları görürler. Sonrasında Jem, babası Atticus’a Robinson’ın suçsuz yere mahkum edildiğini söyleyerek jürilerin kaldırılması gerektiği söyler kitapta: “jürileri kaldırmaları gerekir. Adam bir kere suçlu değildi, suçlu dediler”. Atticus cevap verir: “…dünyamızda insanların akıllarının başlarından çıkmasına yol açan bir şey var; jüridekiler isteseler bile adil olamazlardı. Bizim mahkemelerimizde, beyaz adamın dünyasıyla siyah adamın dünyası karşı karşıya geldiğinde, her zaman beyaz adam kazanır. Bu ne kadar çirkin olursa olsun hayatın bir gerçeği”. Yani jüri belki de Robinson’ın suçsuzluğunu gördü, idrak etti ama onu mahkum etmek mecburiyetindeydi. Görülmez duvarları yıkamadılar, o cesareti sergileyemediler. Onların da uyduğu bir düzen var. Ayrıca onların yerine tüm koşullar aynı kalacak şekilde herkes kendisini koysun bakalım. Zaten filmde Atticus henüz mahkeme sahnesi gelmeden bir akşam vakti Scout ile yaptığı konuşmada şöyle der: A: Bir insanı gerçekten anlamanın tek yolu dünyayı onun gözleriyle görmektir. S: Efendim. M: Onun derisinin içine girip içinde dolaşmaktır. Kitabın sonlarına doğru ise Scout şu cümleyi kurar: “Atticus, bir keresinde, kendinizi bir adamın yerine koymadıkça, o adamın yerinde olmanın nasıl bir şey olacağını anlamaya çalışmadıkça o adamı gerçekten tanıyamazsınız, demişti”. Bu yazdıklarımla kendimizi jürinin yerine koyalım olaya öyle bakalım kitapta/filmde böyle bir mesaj var demek istemiyorum. Böyle bir bağlantı yok. Ancak bizim bu köprüyü kurmamız makul olacaktır. Şimdi burada jüri de koşulların zorlamasıyla böyle bir karar verdi o nedenle onları da anlamak lazım gibi bir ima yapmıyorum. Jüri hakkaniyeti yerine getirmemiştir. Jüri maddi gerçeğe uygun hareket edip o yönde karar vermemiştir. Nihayetinde jüri masum bir insanı mahkum etmiştir. Bu adaletsizliğin temelinde kafalarda yatan kalıpların kırılamaması vardır. Önyargı vardır. Peşin hüküm vardır. Bunlar nedeniyle de adilane davranış gerçekleşmez ve sonuçta suçlu olmayan birisi suçlu ilan edilir.

Atticus neden Robinson’ın avukatlığını yapmayı kabul eder? Filmde bu sorunun cevabı yok. Ancak salt filme bağlı kalarak Atticus’ın film boyunca çizdiği profilden yola çıkıp onun hukukun bir gerekliliği olarak bu teklifi kabul ettiği, en acımasız suçu işleyen birinin de savunma hakkının ihlal edilmemesi gerektiği prensibine bağlı kaldığı ve bu ideal etrafında bu işi kabul ettiği varsayımı çıkarılabilir. Gelgelim kitap bize biraz daha ipucu veriyor. Scout babasıyla yaptığı bir konuşmada Robinson’ın avukatlığını almasını kastederek şöyle der: “Pek çok kişi kendilerinin haklı olduğunu, senin yanıldığını düşünüyor”. Cevap olarak Atticus: “Tabi bunu düşünmeye hakları var, düşüncelerine saygı gösterilmesini istemekte de haklılar ama başka insanların yüzüne bakabilmek için ilk önce kendi yüzüme bakabilmeliyim. Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır.” der ve yine onun şu cümlelerini de eklersek neden bu teklifi kabul ettiğini iyice anlamış oluruz: “Scout bu adama yardım etmeye çalışmasaydım kiliseye gidip Tanrı’ya dua edemezdim”. Açıkça anlaşılıyor ki Atticus, Robinson’ın suçsuzluğuna inanmış ve bu inanışın arkasında da olayın anlatıldığı şekilde değil de gerçekte nasıl olduğunu görmesi yatmıştır.

Maalesef kitapta yer almakla beraber filmde en ufak bir sahnesine dahi rastlamadığımız Scout’ın Alexandra Hala olan ilişkisi önemli bir mevzu. Bu ilişkinin filmde hiç yer almamasını nedeni hiç şüphesiz filmin doğrudan ırkçılık temasını işlemesidir. Zaten bir filmden tamamen kitabı yansıtması da beklenemez. Peki bu küçük kahraman kızımız ile Alexandra Hala arasında bu ilişki neden önemli? Alexandra Hala, benim için Anadolu’daki dedikoducu teyzedir. O da ırkçıdır, tekdüzedir, kalıplardadır ve o kalıplardan çıkamaz. Bir kutunun içinde bir o tarafa bir bu tarafa çarpar durur ama hiçbir zaman kutunun dışına çıkamaz. Alexandra Hala, Scout’un kendi gibi düşünmesini ve ona benzemesini ister. Onun doğrularını takip etmesini ister. Peki nedir bunlar? Mesela kavimcilik. Scout'ın Alexandra Hala için kurduğu şu cümle mesela: “Öteki kavim üyelerinin kusurlarını belirtme konusunda hiçbir fırsatı kaçırmazdı, böylece bizim kavmimizin görkemi daha bir ortaya çıkardı”. Ve yine ona göre her ailenin bir damarı vardır, bu damar o aileden gelen tüm bireyleri etkiler, nesilden nesile aktarılan bir şeydir bu. Bunun da örneği kitapta var, Scout şöyle der: “Onaltı yaşında bir kız koroda kıkırdamaya görsün, “İşte görüyorsunuz, bütün Penfield kadınları hoppadır” derdi. Öyle görünüyordu ki, Maycomb’daki herkeste bir Damar vardı: İçkiçilik Damarı, Kumarcılık Damarı, Kötülük Damarı, Hastalık Damarı, Gülünçlük Damarı”. Bir ailenin bir toprak parçasının üzerinde ne kadar uzun süredir çöreklenerek oturmasını o kadar iyi olarak gören Alexandra Hala kaba tabirle toptancıdır. Alexandra Hala'nın bu toptancı yaklaşımının Anadolu versiyonu şöyledir: Mesela X şehirli biriyle tanıştınız, daha sonra onunla bir iş yaptınız ama sizi kandırdı, dolandırdı, dolandırmasa da hoşunuza gitmeyen ufak bir şey yaptı. Hemen yapıştırın: Ya bu X şehirlilerde var ya hep yalancı, düzenbaz. Naptık söyleyeyim, bir kişinin bir davranışından yola çıkarak komple bir grubu kötü ilan ettik. Bazen sanayi öncesi toplum standartlarından hala kurtulamadığımızı düşünüyorum. Scout’ı da bir şablon içinde yetiştirmeye çalışır Alexandra Hala ama bunda pek başarılı olamaz çünkü Scout’ın inkar edemeyeceğimiz hafiften bir asi yapısı vardır. Soru sorar, merak eder ve maalesef istenilen arzu edilen o küçük sevimli kız olmaz. İşte tam bu noktada bir bağlantı kurmak istiyorum Nermin’le. Murathan Mungan’ın Yüksek Topukları’ndaki Nermin’iyle. Yani bizim “arkadaş yorgunu” Nermin, hep aynı kuaföre gidip aynı yerden aynı tarz giyinen halalarının ondan beklediği “hanım” olamayan Nermin. Burada benzerlik Nermin ve Scout arasında değil halalar arasındadır.

Elbette Atticus’ın tüm film boyunca sergilendiği soğukkanlılıktan bahsetmemek olmaz. Her konuşmada, ufak büyük her işe yaklaşmasında, kasaba ahalisiyle karşı karşıya gelmesinde hep soğukkanlıdır, kendini kaybetmez, öfkelenmez, olayın durumuna göre tavır takınır ve olabilecek en uygun sözcüklerle kurar cümlelerini. Zaten filmin de zaman zaman anlatımı yapan Scout, Atticus için onun üstesinden gelemeyeceği sorun olmadığına inanır ve tüm eser birlikte değerlendirildiğinde Scout’ın bu hissiyatının baba-kız ilişkisinden kaynaklanmadığı Scout’ın Atticus'a dair yaptığı gözlemlerden bu sonuca vardığını söylemek yanlış olmaz.

Bu yazımın amacı hem film hem de kitap adına kendimce önemli gördüğüm birkaç noktayı belirtmekti. Esasen sadece “Scout” karakteri için tek başına bir yazı yazmak gerekir. Scout, Jem ve Dill’in Arthur Radley ile olan ilişkileri ve son vuruşu yapan Radley’in bu vuruşunun değeri, Bayan Ewell’ın babasının ölümü ve Şerif Tate’in vicdana gelerek adaleti kendi çizip konuya yaklaşımına değinmedim. Bunları zaman içinde eklemeyi düşünüyorum. “Scout” karakterinin tek başına anlatımı/yorumlanması/analizi kadar zor olmayacaktır bu hususlar ama zaman içinde yazmaya çalışacağım. Ve son olarak “Bülbüller bizi eğlendirmek için şarkı söylemek dışında bir şey yapmaz. İnsanların bahçelerindeki bitkileri yemezler, mısır ambarlarına yuvalanmazlar, tek yaptıkları iş bize içlerini dökmektir. İşte bu yüzden bülbülü öldürmek günahtır” deyişiyle bizim hikayemizdeki bağlantıların neler olduğuna dair de ilerleyen zamanlarda ekleme yapacağım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder