Bülbülü
Öldürmek, Harper Lee tarafından yazılan bir
romandır (2015 yılına kadar yazarın tek romanı budur) ve 1960 yılında
yayımlanıp 1961 yılında da Pulitzer ödülü almıştır. Yazımına ise 1956’da
başlanılmıştır. Aslında kitap, otobiyografisel birtakım yönler
barındırır.
Kitap küçük bir kız çocuğu olan Scout (Jean Louis Finch) tarafından
anlatılmaktadır ve bu karakter Harper Lee’nin kendi çocukluğuyla benzer
özellikler taşır. Elbette bunları yazarın kendisinden öğreniyoruz.
İkisinin de
küçük sakin bir kasabada geçen çocuklukları, kitapta Scout’un arkadaşı
olan
Dill’in yine gerçekte Lee’nin bir çocukluk arkadaşından esinlenilmiş
olması
gibi. Hikayemiz, 1929 Büyük Buhranından (Great Depression) sonra adı
Maycomb
olan küçük bir kasabada geçer. Scout’un abisi olan Jem, avukat babaları
Atticus
(anneleri vefat etmiştir) ve siyahi dadıları olan Calpurnia, komşuları
Bayan Maudie ve Radley ailesi, kasabanın Şerifi Tate, iftiraya kurban
giden siyahi
Tom Robinson ve karısı Helen, iftirayı atan Bob ve kızı Mayella Ewell
hikayedeki karakterlerdir.
Büyük buhrandan sonra 1930’ların Amerikasında
ekonomik olarak pek de iyi durumda olmayan ufak bir kasaba ve ırkçılığın konu
alındığı bir eser. Tom Robinson isimli siyahi bir kişi Bayan Ewell’a tecavüz
etmekle suçlanır. Kasaba mahkemesinin hakimi siyahinin avukatlığını
üstlenmesini Atticus’tan rica eder ve Atticus da kabul eder. O yılların
koşulları, kasaba halkının tutuculuğu vb. unsurlar dikkate alındığında
kasabalıların görüşü en kısa ifadeyle şudur:
“o pis zenci bu suçu işlemiştir ve öldürülmeyi hak etmiştir”. Ancak
gerçekler kasaba halkının bu düşüncesinden farklıdır. Her ne kadar Atticus bu
durumu ortaya çıkartıp delillendirmeye çalışsa da jüri Robinson’ı suçlu bulur.
Bu iki paragrafta yazanları herhangi bir yerde
okuyabilir veya bulabilirsiniz. Amacım kitabı veya filmi özetlemek, hikaye
nasıl başlayıp nasıl bitiyor anlatmak değil. Bunları sadece daha önce kitabı ve
kitaptan uyarlanan 1962 yapım filmi hiç duymayanlar için yazdım. Esas olan bu
hikayenin içinde yatan ve kitabın değerini yaratan meselelerde. Hikayenin birkaç
özelliğini belirtip sonrasında filmden ve kitaptan birlikte devam ederek neden
Bülbülü Öldürmek bir eser sayılıyor anlamaya çalışacağız.
Kurbanımız olan siyahi Tom Robinson çalıştığı
tarlaya tek bir yolu takip ederek gidebilmektedir ve bu yol da Bayan Ewell’ın
evinin önünden geçer. Ewell, Robinson evinin önünden geçerken hemen hemen her
gün bazı işleri yapması için (odun kesmek, sağı solu tamir etmek vb.) ondan
yardım ister ve Robinson da bu yardımları yerine getirir. Ewell, bir gün yine
Robinson’ı bir iş bahanesiyle çağırdığında ona sarılır, onu öper ve kendisinden
de karşılık beklerken Robinson koşarak evi terk eder. Burada mesele şudur:
beyaz bir kadın bir zenciyi ayartmıştır ve bu durum yasaların öngörüp suç
saydığı eylemlerden bile daha ağırdır, yasalarda böyle bir şey suç olarak yer
almasa da. Ewell bu davranışıyla 1930’ların Amerikasının, küçük, tutucu ve
ekonomik olarak zor dönemler geçiren bir kasabasının yazılı olmayan, görünmeyen,
ancak uyulmaması düşünülemeyen bir kuralını yıkmıştır. Elbette sadece yasalarda
yazılanlar hukuken suç sayılabilecekken her ne kadar bu eylem kanuni bir şey
olmasa da büyük bir suçtur. Ewell, bu davranışı yani bu suçunu fark ederek
suçun tek delili olan siyahi Robinson’ı ortadan kaldırmak ister. O nedenle de
kendisinin Robinson tarafından tecavüze uğradığı yalanını uydurur. Ne de olsa
beyaz bir kadın siyahi bir erkeği nasıl kendi iradesiyle öpebilir ve onu
ayartabilir. Bu hiç mümkün mü? Dönemin şartlarına göre böylesi bir durum
neredeyse güneşin batıdan doğması kadar abestir. Mümkün değildir böyle bir şey.
Ancak gerçek budur. Kapatılması, üstü örtülmesi gereken bir gerçek. O nedenle
de Bayan Ewell, Robinson’ın kendini darp ettiğini ve tecavüze uğradığı yalanına
başvurur. Filmde bu durum mahkeme sahnesinde Atticus söz aldığında kendisi
tarafından dile getirilir: “(Bayan
Ewell’ı kastederek) Peki, o ne yapmıştı? Bir Zenciyi ayartmıştı. O beyazdı, ve
bir zenciyi ayartmıştı. O, bizim toplumumuzda ağza alınmayacak bir şey yaptı.
Bir zenci adamı öptü. İhtiyar bir amcayı değil, güçlü kuvvetli bir zenci
delikanlıyı. Kuralı ihlal etmeden önce hiçbir kural onu ilgilendirmiyordu ama
daha sonra onların altında ezildi.”
Benim vurgulamak istediklerimi filmde Atticus işte bu şekilde ifade
ediyor.
Peki Robinson her seferinde neden bunu yapmıştır,
yani neden hemen hemen her gün Bayan Ewell’ın yardım isteklerini yerine
getirmiştir? Savcılık bu durum üzerinden giderek Robinson’ın Bayan Ewell’dan
yararlanmak istediğini ima etmeye çalışır mahkeme sahnesinde. Robinson, savcılığın
bu iddiasına Bayan Ewell’ın yardıma muhtaç olduğunu, yardım edecek kimsesi
olmadığını ve ona acıdığını ifade ederek cevap verir. Bir zenci beyaz bir kadın için nasıl olur da acıma duygusu
hissedebilir? Filmde yemin ettirilerek tanık sandalyesine oturtulup önce
savunma daha sonra da iddia makamı tarafından sorgulanan Robinson bu imalara
söylediğimiz şekilde cevap verince iddia makamı şu tepkiyi verir: “Ona acıyor muydun? Bir beyaz kadına? Ona
acıyordun“. O sahnede biz iddia makamının bu sözleri sarf ederken müthiş
bir şaşırmışlığın, alay edici bir yüz ifadesinin içinde olduğunu görürüz. Daha
sonra bu durum Atticus tarafından da “beyaz
bir kadına acımak küstahlığını gösteren bir zenci” sözleriyle dile getirilerek
Robinson’ın bu duygusuna inanmayan kasabalıların onun böyle bir duyguyu
besleyemeyeceğinden değil de sadece zenci olduğundan beyaz bir kadına karşı
böyle bir hissinin olmasının mümkün olamayacağını anlatmak ister. Zaten Atticus
“…tüm zencilerin yalan söylediği, tüm
zencilerin esas olarak ahlaksız yaratıklar olduğu, kadınlarımız söz konusu
olduğunda hiçbir zenci erkeğe güvenilemeyeceği varsayımını…” sözleriyle
mahkemede jüriye ve izleyicilere bu önyargının yanlışlığını işaret etmeye
çalışır. Ne de olsa düşünce bellidir: yalan söyleyen bir siyahi, bir kadına
önce şiddet uygulamış ve daha sonra da tecavüz etmiştir. Kasabanın şerifi Tate
ve Bayan Ewell’ın babası Bob Ewell’ın yani iki beyazın tanıklığına karşı (ki bu
tanık beyanları olay anını görmeye dayanmaz), bir zencinin kendini ifade etme
çabası, suçsuzluğunu anlatmaya çalışması ve ortada herhangi bir doktor da raporu
yok. Böyle bir tıbbi incelemeye gerek duyulmuyor bile. Çünkü her ne kadar
tanıklar olay anına ilişkin bir şey söylemeseler, sadece Bayan Ewell’ı ağlarken
gördük, yüzünde ve boğazında darp izleri vardı (filmde bu konuda herhangi bir
doktor raporu olmadığını mahkeme sahnesinde Atticus vurgular) deseler de bu
tanıklıklarının doğruluğunun sorgulanmayacağından eminler. Eminler çünkü
yukarıda Atticus’ın filmdeki sözünden alıntıladığımız gibi “… tüm zencilerin yalan söylediği…” hususu var. Beyaz adam karşısında bir zenciye kimsenin inanmayacağı düşünülür.
Eğer sadece kitabı okumaz ve filmi izlerseniz parçaları
birleştirmek biraz daha zor olabilir. Ancak sadece filmdeki mahkeme sahnesinin
tamamı izlendikten sonra da çıkarımlarda bulunmak mümkün. İlk olarak kafanızda mahkeme salonunu
canlandırayım. Salona girdiniz, karşınızda hakim (judge) masada oturuyor onun
önünde size göre solda savunma (defense) ve sağda iddia (prosecution) makamları
var. Savunma avukatının (defense lawyer) yanında sanık (defendant) Robinson
oturuyor, bu bölümün yanında 12 kişilik jüri heyeti, iddia makamı olan savcının
(prosecutor) yan bölümünde ise mübaşir ve güvenlik görevlileri var. Sanık ve
iddia makamlarının arka bölümünde de sınıf düzeninde oluşturulmuş sıralara
oturan izleyici kitlesi. Hakimin masasının önündeki tanık sandalyesine önce
Şerif Tate kutsal kitaba el basarak yemin ettikten (bu işlem o sandalyeye
oturan herkese uygulanır) sonra oturur ve Bayan Ewell’ın darp edildiğini,
boğazında izler olduğunu vs. söylerken Atticus’un sorularına karşı tutarsız ve
tereddütlü cevap verir. Sol gözü morarmıştı derken Atticus’un sana göre mi
kendisine göre mi diye sorması üzerine o zaman sağ göz diye cevap verir. Bayan
Ewell’ın babası tanık sandalyesine gelince Atticus ona bir kağıt kalem verir ve
adını yazmasını ister. Sol elini kullanarak Ewell bu işlemi yapar. Tanık
sandalyesine en son çıkan Robinson’a Atticus bir bardak fırlatır ve tutmasını
ister. Robinson sağ eliyle bardağı tutar. Atticus sonrasında, şimdi tekrar
atacağım ve sol elinle tutacaksın der ve Robinson sol elini 12 yaşında çırçır
makinesine kaptırdığını söyleyerek o elini kullanmadığını belirtir. Atticus
bunları neden yapmıştır? Filmde açıkça bunları neden yaptığı seyirciye
gösterilmez. Seyirci mantık yürütür ve şu sonuca ulaşır: sağ gözü moraran
birinin sol elini kullanan biri tarafından dövülmesi mi yok sağ elini kullanan
biri tarafından dövülmesi akla uygundur? Atticus Bayan Ewell’ı dövenin Robinson
değil babası olduğunu göstermeye çalışır. Kitapta mahkeme aşaması tüm çapraz
sorguların uzun uzun anlatımıyla kendini buluyor. Görüyorüz ki Atticus’ın amacı
Bayan Ewell tanık sandalyesine oturduğunda ona sorduğu sorularla Ewell
ailesinin (anne yok, baba ve Bayan Ewell dahil 7 çocuk) yaşamını jüriye
göstermek. Ailenin geçim sıkıntısının mevcutluğu, alkolik bir baba ve alkolün
etkisi sonucu çocuklara uygulanan şiddet, Bayan Ewell’ın 19-20 yaşlarında
olmasına rağmen sadece 2-3 yıl okula devam etmiş olması, kapalı bir kültürde
yetişmesi vb. Bunun karşısında Bayan Ewell ise tanık sandalyesinde sürekli
ağlamaklı olarak kendine bir acındırma hissi oluşturuyor. Sanki onun da
stratejisi genç bir kadının masumiyetini ortaya koymak ve bunun üzerinden
herkesin kendisine inanmasını beklemek. Bizim yargı mekanizmamızda jüri sistemi
mevcut değil. Mesele savunma ya da iddia taraflarının doğru veya yalan
söylediği değildir. Mesele hangi tarafın hikayesinin (story) daha tutarlı
olduğudur. Bu tutarlılık inandırıcılığı beraberinde getirir. Diğer taraftan,
bir bakıma savunma ya da iddia taraflarından kaba tabirle hangisinin ağzı daha
iyi laf yapıp jüriyi ikna edebilmesi de önemlidir. En nihayetinde jüri ikna
olup da bir karara varacaktır. Hikayemizde jüri Robinson’ı suçlu bulur. Bir
cinsel saldırı olayında tıbbi bir delil olmadan. Jüri, kimlerden oluşur? Hukuk
bilgisi yüksek bu alanda kariyer sahibi insanlardan değil. Jüri sen, ben, o,
Ahmet dayı, Ayşe teyzedir. Bir hemşiredir, marangozdur, emekli öğretmendir,
temizlik görevlisidir vs. Peki bu insanların özellikleri nedir? Bu insanlar
bırakın bir illegal eylemi, hayatlarında trafik cezası bile yememiş, toplumda
örnek gösterilen insanlardır, yaşlılara yardım eden, çocukları karşıdan karşıya
geçiren, toplum yararına gönüllü hizmetlerde bulunmuş, dürüst ve saygın
kişiler. Umarım profili canlandırabilmişimdir. Savunma ve iddia bu profildeki
12 kişinin vicdanına hitap etmeye çalışır. Şöyle bir bağlantı kuralım: Albert
Camus’un Yabancı (Stranger, Fransızca orijinal adı: L'Étranger) adlı romanında
jüri Meursault’u
mahkum ederken savcı
Meursault’un ruhunun derinliklerinde barındırdığı kötülüğe işaret etmeye
çalışır. Ve bu yolun taşlarını da Meursault’un annesinin cenazesinde
yaptığı
davranışlarla döşer. E ne de olsa annesinin cenazesinde bile üzülmeyen,
daha
doğrusu yapması gereken rol olan üzgün görüntüsünü bile veremeyen, bir
de
utanmadan ikram edilen kahveyi içen ve üstüne sigara yakan bir adam.
Halbuki saatlerce
tabutun başında gözyaşı dökmesi gerekiyordu. Yani Meursault kendinden
bekleneni yapmamıştır annesinin cenazesinde ve daha sonra işlediği bir
cinayet için mahkeme sırasında ruhunun derinliklerinde kötülük
anlatılırken cenazedeki tavırlarına vurgu yapılır. Annesinin cenazesinde
bile istenilen üzülme kalıbına uyamayan bir adam kötü bir ruha
sahiptir, ruhu karanlıklarla kaplıdır. Ne midir bu: Siz jüri üyeleri bu
adamı vicdanlarda mahkum edin ve buna inanın ki mahkumiyet kararını
rahatlıkla verebilesiniz. Bülbülü Öldürmek'te de jürinin siyahi Robinson
için onun kötülüğüne inanması gerekir, şiddet uygulayıp genç bir kadına
tecavüz ettiği iddia edilen bir zencinin herhangi bir jüri üyesinin
vicdanında mahkum olmaması mümkün değil deliller aksi olsa da. Yani jüri
önce sen kendini varmak istediğin sonuca götürecek yolun doğruluğuna
ikna et ondan sonra zaten senden beklenen kararı verirsin.
Hikayemize dönersek, Atticus’ın Bayan Ewell’ın
durumunu jüriye göstermek için şu ifadeleri kullandığını görürüz mahkeme
esnasında: "O (Bayan Ewell’ı kastediyor),
insafsız bir yoksulluk ve cehaletin kurbanıdır. Ama acıma hissim onun kendi
suçluluk duygusundan kurtulma çabası içinde bir adamın hayatını tehlikeye
atmasını kapsamıyor. "Suçluluk" diyorum, baylar onun hareketlerine
yön veren suçluluk duygusuydu. O herhangi bir suç işlemedi. O, sadece, toplumumuzun
katı ve köklü kurallarından birini ihlal etti. Bu öylesine ciddi bir kuraldır
ki, onu ihlal eden, birlikte yaşamaya uygun değil diye aramızdan kovulur.
İşlediği suçun kanıtını yok etmek zorundaydı. Peki ama suçunun kanıtı neydi?
Tom Robinson, yani bir insan. Tom Robinson'ı kendinden uzaklaştırmak
zorundaydı. Tom Robinson her gün yaptığını hatırlamasına vesile oluyordu. Peki,
o ne yapmıştı? Bir Zenciyi ayartmıştı". Ne yazık ki bu ifadeler de gerçeğin
anlaşılması için jüriyi ikna etmeye yetmeyecektir.
Filmde geçmese de kitaptaki mahkeme bölümünde
Atticus şunları da ekleyerek meselenin ırkçılık boyutuna da atıf yapıyor. Yani hikayemizdeki
tecavüz suçlaması veya herhangi başka bir suç dili, dini, cinsi, rengi vs. fark
etmeksizin, toplumun hangi tabakasından olursa olsun herkes tarafından
işlenebilir. Kimse bir profesör şu suçu işlemez diyemediği gibi bir işsiz de şu
suçları işler diyemez. Belli suç kalıplarının belli profildeki insanlar
tarafından işlendiği varsayımı her ne kadar istatiksel olarak ortaya koymaya
çalışsa da kriminolojik anlamda bu yönde tutarlı bir teorinin ortaya konması
olası değildir. Bakın Atticus kitapta bu konuyla ilgili mahkeme bölümünde ne
diyor: “Bazı zenciler yalan söyler, bazı
zenciler ahlaksızdır, kadınlarımızın yakın çevresindeki bazı erkeklere
güvenmememiz gerekir-ister siyah olsun ister beyaz. Ama bu her türlü insan soyu
için geçerlidir, belli bir insan soyu için değil. Bu mahkeme salonunda
hayatında hiç yalan söylememiş, ahlaksızca bir şey yapmamış kimse yoktur, bir
kadına hiç arzuyla bakmamış tek bir erkek yoktur”. Sanırım Atticus’ın bu
sözleriyle birlikte paragrafın başında yazdıklarım birlikte değerlendirilse ne
demek istediğim anlaşılmış olur.
Hikayenin devamındaki Robinson nasıl öldü,
sonrasında Bayan Ewell’ın babası nasıl öldü vb. hususlar hem filmden hem de
kitaptan öğrenilebilir. En başta da söylediğim gibi bu yazıdaki amacım kitabı
özetlemek olmadığından tüm olayı baştan sona kısaca geçmeyeceğim.
Elbette filmde mahkeme sahneleri kendi üslubu içinde
gayet tiyatral geçer. Atticus’ın elleri yeleğinin cebinde jüriye bakışları,
jüri bölümüne yaklaşıp onlarla yakın göz temasına geçmesi, her cümlenin başında
“Gentlemen” nezaketinden
vazgeçmemesi, yerinden kalkıp kendi masası ve hakimin masası arası boşlukta
gezinerek sert ve ani, kimi zamanda yumuşak el kol hareketleri ve mimikleriyle
izleyici üzerinde etki oluşturma çabası vs. Aynı şeyler iddia tarafı içinde
geçerlidir. Tüm bunlar jüri üzerinde etki oluşturup onları kendi
anlattıklarına ikna edebilmek için. Hollywood’da birçok filmde olur bunlar.
Bence her mahkeme sahnesinin mutat öğeleridir. Bir anda oturduğu yerden sertçe
kalkıp yüksek sesle “objection your honor
– itiraz ediyorum sayın yargıç” bağırmasını duyarız hep. Bu tiyatral hava
bu rol yapmalar bu işin doğasında var. Bu durum sadece bu filme özgür bir şey
değildir. Hangi mahkeme sahnesi olan filmde bunu görmeyiz ki? Zaten sadece
filmlerde olduğunu sanmayın bunun gerçekte de böyledir. Erving Goffman hayatı, insanlar arası ilişkiyi bir tiyatro oyunu
olarak ele alıyor. Çok doğru. Hayat zaten kendisi bir tiyatro ve her gün rol
yapıyoruz. Mahkeme salonlarında ise ödüllük performanslar sergileniyor.
Anlatıcımız Scout, abisi Jem ve arkadaşları Dill de
mahkeme salonundadırlar ve olanları görürler. Sonrasında Jem, babası Atticus’a
Robinson’ın suçsuz yere mahkum edildiğini söyleyerek jürilerin kaldırılması
gerektiği söyler kitapta: “jürileri
kaldırmaları gerekir. Adam bir kere suçlu değildi, suçlu dediler”. Atticus
cevap verir: “…dünyamızda insanların
akıllarının başlarından çıkmasına yol açan bir şey var; jüridekiler isteseler
bile adil olamazlardı. Bizim mahkemelerimizde, beyaz adamın dünyasıyla siyah
adamın dünyası karşı karşıya geldiğinde, her zaman beyaz adam kazanır. Bu ne
kadar çirkin olursa olsun hayatın bir gerçeği”. Yani jüri belki de
Robinson’ın suçsuzluğunu gördü, idrak etti ama onu mahkum etmek
mecburiyetindeydi. Görülmez duvarları yıkamadılar, o cesareti sergileyemediler. Onların da uyduğu bir düzen var.
Ayrıca onların yerine tüm koşullar aynı kalacak şekilde herkes kendisini koysun
bakalım. Zaten filmde Atticus henüz mahkeme sahnesi gelmeden bir akşam
vakti Scout ile yaptığı konuşmada şöyle der: A: Bir insanı gerçekten anlamanın tek yolu dünyayı onun gözleriyle
görmektir. S: Efendim. M: Onun derisinin içine girip içinde dolaşmaktır. Kitabın sonlarına doğru ise Scout şu cümleyi kurar: “Atticus, bir keresinde, kendinizi bir adamın yerine koymadıkça, o
adamın yerinde olmanın nasıl bir şey olacağını anlamaya çalışmadıkça o adamı
gerçekten tanıyamazsınız, demişti”. Bu yazdıklarımla kendimizi jürinin
yerine koyalım olaya öyle bakalım kitapta/filmde böyle bir mesaj var demek
istemiyorum. Böyle bir bağlantı yok. Ancak bizim bu köprüyü kurmamız makul
olacaktır. Şimdi burada jüri de koşulların zorlamasıyla böyle bir karar verdi o
nedenle onları da anlamak lazım gibi bir ima yapmıyorum. Jüri hakkaniyeti
yerine getirmemiştir. Jüri maddi gerçeğe uygun hareket edip o yönde karar
vermemiştir. Nihayetinde jüri masum bir insanı mahkum etmiştir. Bu
adaletsizliğin temelinde kafalarda yatan kalıpların kırılamaması vardır.
Önyargı vardır. Peşin hüküm vardır. Bunlar nedeniyle de adilane davranış
gerçekleşmez ve sonuçta suçlu olmayan birisi suçlu ilan edilir.
Atticus neden Robinson’ın avukatlığını yapmayı kabul
eder? Filmde bu sorunun cevabı yok. Ancak salt filme bağlı kalarak Atticus’ın
film boyunca çizdiği profilden yola çıkıp onun hukukun bir gerekliliği olarak
bu teklifi kabul ettiği, en acımasız suçu işleyen birinin de savunma hakkının
ihlal edilmemesi gerektiği prensibine bağlı kaldığı ve bu ideal etrafında bu
işi kabul ettiği varsayımı çıkarılabilir. Gelgelim kitap bize biraz daha ipucu
veriyor. Scout babasıyla yaptığı bir konuşmada Robinson’ın avukatlığını
almasını kastederek şöyle der: “Pek çok
kişi kendilerinin haklı olduğunu, senin yanıldığını düşünüyor”. Cevap
olarak Atticus: “Tabi bunu düşünmeye
hakları var, düşüncelerine saygı gösterilmesini istemekte de haklılar ama başka
insanların yüzüne bakabilmek için ilk önce kendi yüzüme bakabilmeliyim. Çoğunluğa
bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır.” der ve yine onun şu cümlelerini
de eklersek neden bu teklifi kabul ettiğini iyice anlamış oluruz: “Scout bu adama yardım etmeye çalışmasaydım
kiliseye gidip Tanrı’ya dua edemezdim”. Açıkça anlaşılıyor ki Atticus,
Robinson’ın suçsuzluğuna inanmış ve bu inanışın arkasında da olayın anlatıldığı
şekilde değil de gerçekte nasıl olduğunu görmesi yatmıştır.
Maalesef kitapta yer almakla beraber filmde en ufak
bir sahnesine dahi rastlamadığımız Scout’ın Alexandra Hala olan ilişkisi önemli
bir mevzu. Bu ilişkinin filmde hiç yer almamasını nedeni hiç şüphesiz filmin
doğrudan ırkçılık temasını işlemesidir. Zaten bir filmden tamamen kitabı
yansıtması da beklenemez. Peki bu küçük kahraman kızımız ile Alexandra Hala
arasında bu ilişki neden önemli? Alexandra Hala, benim için Anadolu’daki
dedikoducu teyzedir. O da ırkçıdır, tekdüzedir, kalıplardadır ve o kalıplardan
çıkamaz. Bir kutunun içinde bir o tarafa bir bu tarafa çarpar durur ama hiçbir zaman
kutunun dışına çıkamaz. Alexandra Hala, Scout’un kendi gibi düşünmesini ve ona
benzemesini ister. Onun doğrularını takip etmesini ister. Peki nedir bunlar?
Mesela kavimcilik. Scout'ın Alexandra Hala için kurduğu şu cümle mesela: “Öteki kavim
üyelerinin kusurlarını belirtme konusunda hiçbir fırsatı kaçırmazdı, böylece
bizim kavmimizin görkemi daha bir ortaya çıkardı”. Ve yine ona göre her
ailenin bir damarı vardır, bu damar o aileden gelen tüm bireyleri etkiler,
nesilden nesile aktarılan bir şeydir bu. Bunun da örneği kitapta var, Scout
şöyle der: “Onaltı yaşında bir kız koroda
kıkırdamaya görsün, “İşte görüyorsunuz, bütün Penfield kadınları hoppadır”
derdi. Öyle görünüyordu ki, Maycomb’daki herkeste bir Damar vardı: İçkiçilik
Damarı, Kumarcılık Damarı, Kötülük Damarı, Hastalık Damarı, Gülünçlük Damarı”.
Bir ailenin bir toprak parçasının üzerinde ne kadar uzun süredir
çöreklenerek oturmasını
o kadar iyi olarak gören Alexandra Hala kaba tabirle toptancıdır.
Alexandra Hala'nın bu toptancı yaklaşımının Anadolu versiyonu şöyledir:
Mesela X
şehirli biriyle tanıştınız, daha sonra onunla bir iş yaptınız ama sizi
kandırdı, dolandırdı, dolandırmasa da hoşunuza gitmeyen ufak bir şey
yaptı.
Hemen yapıştırın: Ya bu X şehirlilerde var ya hep yalancı, düzenbaz.
Naptık
söyleyeyim, bir kişinin bir davranışından yola çıkarak komple bir grubu
kötü
ilan ettik. Bazen sanayi öncesi toplum standartlarından hala
kurtulamadığımızı
düşünüyorum. Scout’ı da bir şablon içinde yetiştirmeye çalışır Alexandra
Hala
ama bunda pek başarılı olamaz çünkü Scout’ın inkar edemeyeceğimiz
hafiften bir asi yapısı vardır.
Soru sorar, merak eder ve maalesef istenilen arzu edilen o küçük sevimli
kız
olmaz. İşte tam bu noktada bir bağlantı kurmak istiyorum Nermin’le. Murathan
Mungan’ın Yüksek Topukları’ndaki Nermin’iyle. Yani bizim “arkadaş yorgunu” Nermin, hep aynı kuaföre gidip aynı yerden aynı
tarz giyinen halalarının ondan beklediği “hanım”
olamayan Nermin. Burada benzerlik Nermin ve Scout arasında değil halalar
arasındadır.
Elbette
Atticus’ın tüm film boyunca sergilendiği
soğukkanlılıktan bahsetmemek olmaz. Her konuşmada, ufak büyük her işe
yaklaşmasında, kasaba ahalisiyle karşı karşıya gelmesinde hep
soğukkanlıdır,
kendini kaybetmez, öfkelenmez, olayın durumuna göre tavır takınır ve
olabilecek
en uygun sözcüklerle kurar cümlelerini. Zaten filmin de zaman zaman
anlatımı yapan Scout, Atticus için onun üstesinden gelemeyeceği sorun
olmadığına inanır
ve tüm eser birlikte değerlendirildiğinde Scout’ın bu hissiyatının
baba-kız
ilişkisinden kaynaklanmadığı Scout’ın Atticus'a dair yaptığı
gözlemlerden bu
sonuca vardığını söylemek yanlış olmaz.
Bu yazımın amacı hem film hem de kitap adına
kendimce önemli gördüğüm birkaç noktayı belirtmekti. Esasen sadece “Scout”
karakteri için tek başına bir yazı yazmak gerekir. Scout, Jem ve Dill’in Arthur
Radley ile olan ilişkileri ve son vuruşu yapan Radley’in bu vuruşunun değeri,
Bayan Ewell’ın babasının ölümü ve Şerif Tate’in vicdana gelerek adaleti kendi
çizip konuya yaklaşımına değinmedim. Bunları zaman içinde eklemeyi düşünüyorum.
“Scout” karakterinin tek başına anlatımı/yorumlanması/analizi kadar zor
olmayacaktır bu hususlar ama zaman içinde yazmaya çalışacağım. Ve son olarak “Bülbüller bizi eğlendirmek için şarkı
söylemek dışında bir şey yapmaz. İnsanların bahçelerindeki bitkileri yemezler,
mısır ambarlarına yuvalanmazlar, tek yaptıkları iş bize içlerini dökmektir. İşte
bu yüzden bülbülü öldürmek günahtır” deyişiyle bizim hikayemizdeki
bağlantıların neler olduğuna dair de ilerleyen zamanlarda ekleme yapacağım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder